Nuray İlbars
Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı
17 Nisan 2022
Az Eşya, Çok yaşamak..
11 Mayıs 2021
Özel Günlerin Özelliği
22 Ocak 2021
Gözlerim Yeşerdi Avrupa
Gözlerim Yeşerdi Avrupa
Her şey, hayırlı bir iş için Almanya’ya
gitme düşüncesiyle başladı. O hayırlı işin arkasına da hiç hesapta olmayan iki
ülke seyahati daha eklendi;
İsviçre ve Viyana.
Seyahatlerde yaşadıklarımı, orada
gördüklerimi, ilginç anekdot ve izlenimlerimi sizinle de paylaşacağım. Çayı
kahveyi alın gelin…
Beni bilen bilir, ayda yılda bir uçağa
binmek bile tedirgin ediciyken, 18 günde tam 4 uçak yolculuğu yaptım. Kendimi
aştım, güncelledim, yeniledim, bir başka ben oldum artık. Uçuşu beklerken
yaşadığım gerginlik ve uçaktaki hal ve hareketim hala aynı ama olsun. (Yemek
içmek demeyin, benimle konuşmayın, gözlerim kapalı yolculuk bitsin diye dua
ediyorum ben. Beni benimle bırakın reca ederim. O kadar yani.)
Almanya’daki hayırlı işimiz harika geçti.
Çok güzel ağırlandık, çok güzel vakit geçirdik, güzel anılarla dolduk. İki
genci kınaladık, final Eylül’de. (Final yapıldı, 2 yıl geçti, yakında bebek
geliyor.)
Birbirimizi blog yazılarımızdan tanıyıp
sevdiğimiz blogger arkadaşımı da görmek bu geziye kısmet oldu. Almanya
seyahatini planlarken 3 günüm de onunla geçecekti. Geçti de, pek de güzel oldu.
Kalben sevmek için birbirini görmek gerekmiyormuş, önce sevip görünce daha da
seviliyormuş. Castrel Rauxe, Hese, Dortmund, çiçekli, ağaçlı, göllü, köprülü
bahçeler, birlikte yapılan kahvaltılar, usta ellerinden çıkan lezzetli yemekler
ve güzel sohbetiyle geçirdiğim üç günün ardından İsviçre’ye uçuş.
Havaalanında bavulumu vermek için
beklerken kendi kendime: “Acaba burada hiç Türk çalışan var mıdır?” dedim. Sıra
bana geldi, pasaportumu görevliye uzattım, ilk bakışta, “Aa, Türk müsünüz?”
diyen bir güler yüz. Bavulum daha önce birken şimdi iki olmuştu. İkisini
de verdim, görevli dedi ki; “Yalnız tek bavul için alınmış bilet. İkinci bavul
için 50 Euro ödemeniz gerek. Dedim, neeeeyyyy.. Demedim tabii. “Hımm” dedim
kibar kibar. Ama kızcağız o “hımmm” mı, acıyın bana 50 Euro da neyin nesi, ama
haberim yoktu, bir de “neeeeyyy” dediğimi anladı sanırım, gitti bir iki kişiyle
konuştu ve gelip o muhteşem cümleyi kurdu; “İnisiyatif kullanıyorum, para
ödemeyeceksiniz.” Sarılayım öpeyim dedim ama gazımı kesip çok teşekkür edip
için için sevinerek oradan ayrıldım.
Bu arada o 50 Euro’yu söyledikten sonra
dedi ki: “Makine küçük bir makine zaten.” Makine derken uçağı kastediyor. Dedim,
ne güzel oldu bunu söylemeniz, her tür kanatlıyla, kuş olsun, helikopter olsun,
pırpır uçak olsun keyifle uçan biriyim ben. Makinenin küçük olmasının ne gibi
bir yan etkisi olabilir bana? Tabii. Yan etki ne ki, tam etki etti. Uçağa
bininceye kadar kalbim ağzımda attı. Zaten tırsıyorum uçmaktan, küçük makine ne
yahu? Ne kadar küçük mesela? Niye küçük yapmışlar ayrıca? Bir sonraki uçuşta da
gördüm ki Avrupa ülkeleri arasındaki 1 saatlik uçuşlara öyle zahmet edip de
büyük makineler koymuyorlar. Koltuklar ikili. Koridor genişliği bir adım.
Beğenmezsen sen bilirsin.
Neyse ki yanımda kimse yoktu, uçak da öyle
dolu değildi. Korkumu ve çantamı yaydım yanımdaki koltuğa, ferah feza uçtum.
Tabii yine gözlerim kapalı.
Beklediğimden daha iyi bir yolculukla
İsviçre’ye geldim. Pasaporttaki polis pasaportumu pek bir inceledi. Başını sağa
sola salladı. Arkadaşıyla bir şeyler konuştu. Meali; Tedirgin ol. Oldum da. Ama
çaktırmadım. Neyse sonunda damgaladı verdi. O kadar kasmayaydı iyiydi.
Avrupa’da ilk yalnız dolaşımım, el insaf yani.
İsviçre’de Basel’e geldim. 18 yıllık
dostumun yaşadığı yere.
İlk görüşte kaynarsınız ya birbirinize,
sanki bin yıldır tanıyor gibi. 18 yıl önce ilk görüşte tanıdık birbirimizi.
Sonra sevdik, ağladık, güldük, eğlendik, birbirimizin kucağına hatalarımızı,
pişmanlıklarımızı, mutluluklarımızı, mutsuzluklarımızı, göz yaşlarımızı döktük,
hiç yargılanmadık, hep anlaşıldık.
Kıymetlilerden yani. Dostlukla kardeşliğin
iç içe geçtiği kıymetlilik.
Onunla da 4 gün kaldım. Güzel ailesiyle,
güzel Basel’de harika 4 gün. Şehri keşifle, nefis yemeklerle, tatlı sohbetle
geçen günlerin sonunda evin 2.5 yaşındaki, güler yüzlü, dünya tatlısı, neşeli
çocuğuna kalbimi verip Viyana’ya doğru yola çıktım.
Seyahat devam ediyor. Viyana uçağı da
küçüktü haliyle. Ama ilkinden alıştığım için sorun etmedim. Yanımda bir kadın
oturuyordu. Onunla uçak kalkıncaya kadar sohbet ettik. İstanbul’u methettim,
mutlaka gelip görsün dedim. Türkçe bilseydi inşallah derdi. Uçak kalkınca
ben pozisyon almalıyım, gözler kapanacak, etrafla iletişim kesilecek.
Kadıncağızla da ne güzel sohbet ediyorduk. Ama riske giremem.
Galiba gözlerimi kapatma sebebim başımın
döneceği korkusu. Çünkü uzun bir süre demir eksikliğinden tayyare gibi
gezdim, tam da baş dönmesi değil aslında ama hani tansiyonunuz düşünce bir
garip olursunuz ya, işte öyle bir şey. Bu baş dönmesini daha önce uçakta
yaşamıştım O yüzdendir ki uzun zaman istediğim seyahatleri yapamamıştım.
Sanırım gözümü kapatarak başımın dönmeyeceğini garanti ediyorum kendime. Bak
bak, bana da bak. Neler neler yapıyor muşum bilincimin altıyla. Vallahi ben de
şimdi aydım yaşadıklarıma. Tespit aslında. Olabilir yani.
O kadar korkmama rağmen büyük makinelerden
daha iyi bir iniş yaptık. Hiç anlamadım bile tekerin yere değdiğini. Kalkıp
kaptanı alkışlayacaktım, gözlerime yaşlar hücum edecekti de ben bırakmadım.
Uçağa binmenin en güzel yanı, inmek. Teker
yere değince şükür kotamı aşıyorum. O kadar yani.
Viyana pasaporta geldim. Polis bir şeyler
söylüyor anlamıyorum, dedim dilinizi bilmiyorum, adam tuğist diyor ama
anlamıyorum öyle içine içine konuşuyor ki, dedim; “İngilizce derseniz belki
anlarım”. Yine dedi ki “tuğisssstt”. Haaa dedim yes yes tuğist. Adam turistik
ziyaret mi, demek istiyormuş iki saattir.
Viyana. Nasıl yeşil, yemyeşil, yepyeşil..
Dağların tepeleri bile yeşil. Kıraç yer yok. Zaten dağların her biri çizgi film
karesi. Nereye baksan az sonra Heidi ve Peter el ele koşarak yamaçtan inecekler
gibi. Joseph de peşlerinde. Her yer fotoğraf. Akıp gidiyor yanından. Gördüğünü
görüyorsun, göremediğinin hatırı kalıyor.
Viyana’da harika organize edilmiş 8 gün.
Rehberimiz aileden. Çok yakından. Candan ciğerden. Saraylar,
bahçeler, köyler, müzeler, hayvanat bahçeleri, şehir turları sonunda Viyana’ya
aşık olunmazsa olmaz.
Dedim ya, yeşil, yemyeşil, yepyeşil..
Gözlerimiz yeşerdi. Gerçekten.
Avrupa buradan farklı. İlginç şeyler oluyor
orada.
Mesela genelde insanlar zayıf. Hareketli
bir yaşam sürdüklerinden olabilir. Yemek masalarında ekmek olmuyor. Yemekten
sonra mutlaka espresso içiyorlar.
Viyana’da yaşlı nüfus çok. Kadınların
yaşlı olanlarının bazıları şık şıkırdım, kırmızı rujlu, ojeli, saçları yapılı,
genç işi ya da şık kıyafetler giyinmiş oluyorlar. Çoğunluğu dışarıda hayata
karışıklar. Yürüteçle, bastonla, eşlerinin yardımıyla, ne olursa olsun
dışarıdalar, doğadalar. Yürüyüş yapılıyorlar. Yaz kış, soğuk, sıcak fark etmiyor.
Bizim yaşlılarımız genelde hastalıklarla
boğuşuyorlar. Sağlıklı yaşlanan az olmalı. Üstelik yaşlılıklarının başında
erkenden gidenleri de var. Bizde yaşama tutunmak, sevinç, hayatın
içinde olmak yok sanki. Bilmiyorum belki sebep ekonomiktir belki kültüreldir,
belki her ikisidir ama ne olursa olsun yaşlıların bu hallerine pek özendim.
Avrupa’da musluk suyu içiliyor. Buna da
özendim doğrusu. Bizim gibi ne idüğü belirsiz plastik damacanalardaki suları
değil, doğal temiz, içilecek kadar lezzetli suları içiyorlar. Zahmetsizce.
Musluğu aç, doldur bardağını. Aslında benim küçüklüğümde de su musluktan
içilirdi. Ne güzeldi ne doğal…
Avrupa sokaklarında sahipsiz kedi ya da
köpek yok. Ama herkesin evinde bahçesinde kedisi ve köpeği
var. Hayvan seviyorlar. İnsan da seviyorlar. Değerli her iki canlı
grubu da. Bunu hissediyorsun. Hissettiriyorlar.
Avrupa çooook pahalı. Tabii bize göre.
Euro’nun yalın ayak koşuyor olmasının etkisi olabilir.
Ulaşım pahalı. (Ülkeler arası uçak bilet
fiyatlarını ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. En az 8 saatlik tren yolculuğu
fiyatları da dudağımı aynı şekilde uçuklattığı için uçağı seçtim.) Yemek pahalı,
kıyafet pahalı. Hatta tuvalet bile pahalı. 1.5 Euro (Yaklaşık 7.5 TL) Yok yok,
aslında 50 Cent de, paraya bakmadan ve üstünü saymadan aldığım için 1.5 Euro
ödemiş oldum. Neyse para benim değildi nasılsa. Ama borcum borç tabii,
rehberimize 2 Euro borçluyum.
Her yer leylak. Nasıl da güzel kokuyor.
Fotoğraf çekerken kokulu fotoğraf çekilebildiğini görebilecek miyim acaba,
diyor insan. Çekilebilmeli yani. Görmeliyim ben de.
Shönbru (Güzel Çeşme) Sarayının bahçesini
görmeli herkes. Bahçede gezinti yapabileceğiniz at arabaları var. Viyana’da
onlara Fiyaka deniyor. Atları çok temiz ve çok yakışıklı. Kulaklarındaki beyaz
kılıf dışarıdaki trafikten ve sesten etkilenmemeleri için. Çok iyi
bakılıyorlar. Büyükada’daki gariban atlar geldi aklıma onları görünce. Viyana’daki
atlar bile orada yaşadıkları için şanslılar.
Otel ve evlerdeki çift kişilik yatakta iki
ayrı yorgan var. Yastıklar zaten ayrı, Aynı yatakta yattıklarıyla seviyeli bir
ilişkileri olduğunu düşünüyorum.
Avrupa’daki Türkler, Avrupa’daki
Türkler’den pek hazzetmiyorlar. Nedenini tam olarak çözemedim ama Avrupa’ya
entegre olamamış, aslında milliyetinden değil yaradılışından dolayı kaba,
vurdumduymaz, kural tanımaz olanlar böyle düşündürtüyor olabilir.
Öyle ki, mesela biri yanlış bir şey yaptı,
yol vermedi ya da arabadan bir şey attı, ilk söylenen: “Kesin Türk’tür!” Ama
gelin görün ki mesela biz yaya olarak araçları kollayıp kırmızı ışıkta
geçiyoruz ve “Ne de olsa Türk’üz” deyip gülebiliyoruz. İlginç bir milletiz
vesselam.
Hepsi böyle değil tabii, örneğin Almanya’da
Türkiye’dekinden daha sıkı dostlukların ve komşulukların olduğunu dinledik,
hatta gördük. Neredeyse çocukluğumuzun komşulukları yaşatılırmış bazı yerlerde.
Gurbette olmak aynı dili konuştuğun, aynı geçmişi taşıdığın, aynı toprak
koktuğun biriyle yakınlaştırıyor demek ki. Bu safiyeti koruyabildiklerine
sevindim.
Avrupa’da şehir içi ulaşım ilginç. Şöyle
ki, günlük bilet aldın diyelim, Viyana’da ilk biletini ilk bindiğin araçta
okutuyorsun, tüm gün bir daha kullanmıyorsun bileti. Neye binersen bin göstermiyorsun
da. Aslında İlk bindiğine de okutmayabilirsin. Yani biletsiz de binebilirsin
ama yakalanırsan 100 Euro ceza ödemek zorundasın. Sivil görevliler dolaşıyor
çünkü. Güveniyorlar sana. Vicdanına ve iç disiplinine bırakıyorlar işi.
İsviçre’de liseyi bitirmek çok önemli. (Hani
eskiden lise bizde de çok mühimdi, hatta zordu bitirebilmek ama bitirdiğinizde
devlet memuru bile olunabiliyordu ki önemli bir şeydi bu.)
Liseyi bitiren biri en az dört dil
biliyor. Mezun olduktan sonra üniversiteye başvurmadan önce ilgi duyulan mesleğin
stajı yapılabiliyor. Üstelik devlet para da veriyor. 1 aylık staj
sonunda o işi yapabileceğine inanıyor ve seviyorsa, o üniversiteyi seçiyor.
Üniversite sınavı yok. İstediği okula girebilmesi için öğrencilik hayatı
boyunca notlarını hep yüksek tutmak zorunda.
Ev kiralamak o kadar kolay değil. Sayfa
sayfa soru cevaplamanız gerek. Çocuk var mı, kaç kişi yaşayacak, sigara içiyor
musunuz, gibi sorular soruyorlar. Kişi sayısına göre ev gösteriyorlar size.
Yani iki kişi 4 odalı bir evde oturamıyor.
Çöpler ayrıştırılıyor.
Marketlerin manav bölümün tartı işini
kendiniz yapıyorsunuz. Fiyat etiketinde ürün kodu da yazıyor, kasadan önce
tartıya gidip kodu girerek aldığınız ürünü kendini tartıyorsunuz.
Yapamazsanız yardımcı oluyorlar ama siz yapın diye az eleman bulunduruyorlar.
Burada insanlar birbirine güveniyorlar. Belki kendilerine güveniyorlar,
kurallara uymak gerekliliğini ihmal etmeyi düşünmedikleri için. Türkiye’de de
bu sistemin olabileceğini düşünmek istiyorum ama sonra istemiyorum. Adil,
vicdanlı, kurallara uyan doğru dürüst insan var ülkemizde ama olmayanlar da
var. O yüzden henüz oraya gelmedik sanırım.
Devlet evin önündeki kanalizasyona giden
yağmur suyundan vergi alıyor ama eğer yağmur suyunu bahçende ya da evinde
biriktirerek kullandığını beyan edeceğin bir sistem kurmuşsan vergi vermemen de
olası . Sistemi kurmak pahalı, vergi ödeniyor o yüzden.
Bazı apartmanlarda çamaşır odası var,
salonu hatta. Her dairenin çamaşır günü var ve herkes oraya para ödüyor.
İstersen kendi evine çamaşır makinası alıp tesisat kurabiliyorsun ama çamaşır
odası için ayrılan yere para ödemek zorundasın yine de.
Avrupa’da isteyen kendi sebzesini
meyvesini yetiştirip, barbeküsünü yapıp yemek yiyeceği küçük barakaları olan
bahçeler kiralayabiliyor. Özellikle hafta sonları nefes almak, toprakla
uğraşmak, aileyle vakit geçirmek için birebir. Yürüyorlar, doğadalar, toprakla
uğraşıyorlar, organik besleniyorlar, bunları yapabildikleri için sağlıklı
yaşlanıyorlar belki de.
Yolda yürürken evlerin önüne bırakılmış
eşyalar görebiliyorsunuz. İşinize yaramadığını düşündüğünüz herhangi bir eşyayı
kapınızın önüne bırakıyorsunuz. Üstüne Gratis (ücretsiz) yazıyorsunuz. Görüp
beğenen biri olursa, alıp evine götürebiliyor. Dışarı bıraktığınız eşyayı
görevliler alsın istiyorsanız belediyede bu toplama işini yapan çöp
departmanına ayrıca para ödüyorsunuz, makbuzunu eşyanın üstüne koyuyorsunuz,
gelip alıyorlar.
İşte böyleyken böyle.
İnternet paketi almadım. Yollarda, orada
burada bakmamak, gittiğimiz yerlerin tadını çıkarmak için. Ama aslında ne
telefon ne de fotoğraf makinası almalı. İnternet yok ama bu defa fotoğrafın
kölesi oluyorsunuz. Gördüğünüz her şeyi çekmek istiyorsunuz. Ama çoğu manzaraya
küçücük ekrandan bakıyorsunuz. Aklımızın sınırsız hafızasına kaydedemiyoruz,
illa mekanik, sınırlı bir hafıza kullanacağız. Çektiğim fotoğraflar
size yarayacak şimdi. Gezdiğimi, gördüğümü yeşermiş gözlerimden siz de
göreceksiniz.
Hayatıma harika anılar, fotoğraflar,
tatlar katan ve beni her gittiğim yerde mükemmel ağırlayan tüm ev sahiplerine,
dostlarıma bin teşekkür.
Haydi şimdi fotoğraflara..
Fotoğraf mekanları: Dusseldorf, Neus
, Köln, Dortmund, Castrel
Rauxe, Hese, Basel, Zell Am See,
Hallstatt, Gouse Walfgang Gölü, Salsfledd Huninge
Nisan-Mayıs 2018
Nuray İlbars Kömürcü