Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

10 Ocak 2015

Cemal Süreya

Hastanede On Üç Geçiresim Var 

Mazhar Alanson’un “Hüznün Kuşları” şarkısını bilir misiniz? Biliyorsunuz mutlaka, duyunca hatırlarsınız. Sözlerini yazının sonuna koydum, bakın gelin isterseniz, ben beklerim.  Hatırladınız 
değil mi? Çok güzel şarkıdır. Sözlerinin birçoğu Cemal Süreya’nın şiirlerinden alınarak bestelenmiştir.
Hayatıma farklı kavramlar getirmiştir bu şarkının sözleri. 
“Sen tutar kendini incecik sevdirirdin.” 
İşte ben bundan sonra “ince ince sevmek” ne demek, düşünür oldum... İnce ince sever oldum sonra. 
İnce ince konuşmayı, ince ince düşünmeyi, ince ince özlemeyi, ince ince sızlamayı öğrendim. Sevdim hepsini de. Ama en çok ince ince sevilmeyi sevdim. Her şey inceldi Cemal Süreya’dan sonra...
Cemal Süreya konuk bana bugün. Hastanede on üç gün geçirme istediğimi dillendiren adam. 
Şair, baba, eş, dost... Hisleriyle resim yapan şiirci. İkinci Yeni Akımı’nın (*) demirbaşlarından. 
Şiiri “anlaşılsın” diye değil, sadece “anlatmak” için yazan sıradışılardan. Her kelimesiyle “dediğimi değil, kastettiğimi anla” diyen adam. Kafiye olsun diye yazmamış hiç. Takım elbiseli, kravatlı, cilâ pabuçlu değil. Yaka paça bir yanda, ağzına ne geliyorsa diyen biri, benden biri 
Onunla bir arkadaşım vasıtasıyla tanıştık. Yok, tokalaşmadık. Gözlerimiz temas etmedi tanışırken. Tanıştığımıza memnun olduğumuzu söyleyemedik birbirimize. O yok çünkü. O da gidenlerden. 
Gitmiş ama ta oralardan kalkıp, şiirleriyle beni yolumdan çevirdi. Oysaki ben şiirsevmez ve okumazgillerdendim. 
Onu bilen ve yaşayanların anlattıklarıyla sevdim onu. Her kelimesiyle, her hissiyle. “Gönlünde herkese yer olan biriydi Cemal Süreya. Her anlamda bonkördü. Genlerinde ağalık vardı, doğru! Vermekle elde edilen ağalık... Dikkat edin henüz işinin başında olan birinin değerlendirirken bile cömerttir o, bonkörlüğü elden bırakmaz! Kırmadan, gücendirmeden, överek eleştirir. Sessizliğin ardından fırtınaları olan bir insandı. Alçakgönüllülükte üstüne yoktu ama onurlu davranmasını da bilirdi. Değerinden kuşku edenlerle bir arada bulunmazdı.”
Sözünün eriymiş bir de. Öyle ki bir arkadaşıyla girdikleri iddiada, kaybederse soyadındaki y’lerden birini atacağını söylemiş. Bu yüzden bir y’si eksik Cemal Süraya’dır o. (Asıl adı Cemalettin Seber’dir.)
Aslında o hala nefes alıyorken tanıştırılsaymışız sevinirdim. Ama gidince çok üzülürdüm. Hele bir de aşkım olurdu ki, üzüntü az gelirdi tarife. Tanıdığım insanlar hayatımdan ve dünyadan gidince çok ağlıyorum, çok üzülüyorum. Tanımadıklarıma olmadığı kadar... İyi ki tanımadım onu, içten ağlayamadım. 
Keşke tanısaydım, ağlardım.
Kendime hediye ettiğim ilk şiir kitabı Cemal Süreya’nın Sevda Sözleri’dir. Kitaplarımı çizerek okurum ben. Gözümü parlatan, “bence de, bence de!” dediğim, ait hissettiğim her kelimenin altını çizerim. 
Bu kitapta o kadar çok altı çizilecek kelime vardı ki! Kelime, cümle, şiirin tümü! 
Kıyamadım kitabı çizmeye. Ama dayanamadım işte, sevdiğim şiirlerini ya da mısralarını yıldızladım. Kitabı yıldıza boğdum, minicik yıldızlar ama... Onu incitmeyecek kadar minik. Sanki beni izliyor da, yıldızlamadığım şiirlerini sevmediğimi sanıp, bana gönül koyuyor gibi geldi bazen. Öyle parmak ucunda dolaştım ki kitabın içinde. Nefesimi tutarak… Güzelleme, Aşk, Sizin Hiç Babanız Öldü mü? Hamza, Şu da var, Karne, Banko, Tek Yasak, Kahvaltı, Sayım, Üvercinka, Ülke, Şarap, Park, Üstü Kalsın... Hepsi yıldızlı. Hem şiirler, hem de şiir içindeki mısralar... Daha gözümün değdiği birçoğu var buraya yazmadığım, hala değmediği de. Sırayla bütün hislerine dokunacağım, alacağım kitaplarını. 
On Üç Günün Mektupları’nı istiyorum önce. Beni dağıtacak biliyorum. Olsun. Toplarım kendimi sağımdan solumdan. Hiç yapmadığım şey mi? 
Öyle bir âşık ki eğer yaşıyor olsaydı kapısına dayanabilirdim “bana âşık olur musunuz?” diye! 
Olur muydu acaba? 
Bana da şiirler, on üç günlük mektuplar yazar mıydı?
İnce ince sever miydi beni de? 
Bana da der miydi, “öyle güzel, öyle düzeltici ki seni sevmek.
“Gözlerinsiz edemem” der miydi mesela? 
“Alınyazısının tek okunaklı yeri” olur muydum ben de? 
Beni düşünürken de baktığı her şeyi sever miydi acep? 
Soluğumdan öper miydi ki? 
Bir çiçek gibi yolunu kesseydim? 
Belki ikimiz de babasızlığımıza yanardık birbirimizin omzunda ağlarken... 
Sonra “Sizin hiç babanız öldü mü?” diye sorardık başkalarına.
Cemal Süreya 59 yıl yaşamış sadece. 
Gitmeden önce bir şiir yazmış ve bu şiiri Sunay Akın’a göndermiş. Sormuş beğendin mi diye, Sunay Akın: “Çok güzel hocam da, ne gerek vardı böyle bir şiire” demiş. 
Aldığı cevap: “Merak etme Sunay, gün gelir senin de içine düşer böyle bir şiir.” 
Bu şiirinden yedi gün sonra da gitmiş zaten...
“Ölüyorum tanrım. 
Bu da oldu işte. 
Her ölüm erken ölümdür. 
Biliyorum tanrım. 
Ama ayrıca, aldığın şu hayat… 
Fena değildir... 
Üstü kalsın.”
Hayatı pırıltılı mutlulukla dolu değil ama aşkları göz kamaştırıcı. Birçok kadın değmiş hayatına onca yılda. Yedi yaşındayken kaybettiği anneciğinden sonra, hayatına giren kadınlardan şefkatlenmek 
istemiş hep. Şefkatli olanlarının göğsünde huzurlanmış. Son eşi “bayan en nihayet” in ona söyledikleri, o güne kadar inandığından almış, başka bir gerçekle yüzleştirmiş acı acı... 
“Hep annemin ben çok küçükken öldüğünden söz ederim ya, Birsen başka düşünceler de üretiyor bu konuda: Gerçekte benim bir sürü annem varmış. Bunlar zaman içinde, beni birbirlerine fırlatır dururlarmış. Top kimin elinde kalırsa, o anne bana bir süre bakmak zorunda görürmüş kendini. 
Buymuş gerçeğim. 
Acı... 
Tersini düşünürdüm. Kadınlar, topu yakalamak için özel çaba gösterirler sanırdım.”
Hayatına giren kadınlardan Oğlu Memo Emrah’ın annesini, Zuhal Tekkanat’ı sevmiş en çok... Ona yazdığı bir mektupla rastlaştım. 
Zuhal Tekkanat, bir rahatsızlığından dolayı on üç gün hastanede yatıyor. Cemal Süreya on üç gün boyunca her hastane ziyareti öncesi bir mektup yazıyor ona. Yanına gittiğinde bırakıyor, okusun diye. Ertesi gün bir yenisiyle çıkıp geliyor. Hayatı ve herkesi bırakıp gittikten sonra, mektupların hitap edileni, on üç günlük hastane mektuplarını derleyerek. “On Üç Günün Mektupları” adını verdiği kitabı çıkarıyor, “Bana da yazsaydı” dedim böyle aşklı mektup. 
Bana da “hayat!” deseydi. 
On üç mektuptan bir tanesini okuyacaksınız. Ben sizinle okuyamayacağım, zira her defasında gözlerime yağış iniyor. Göremiyorum okuduğumu. 
Sağanak yağış. Şakır şakır.
“Zuhal’im, hayat! 
Hayatımsın. Bunu bilmeni isterim. En önce bunu bilmeni. Bir de şeyi bilmeni isterim: benden yanlış yere, yok yere kuşkulanıyorsun. Sana hiçbir zaman hayınlık etmedim ben. Edemem. Kaç yıldır evliyiz, yan yanayız. Hâlâ başım dönüyor senlen, esrikim senlen, seviyorum seni. Her geçen gün daha büyük bir aşkla. N’olur, akkavakkızı, anla beni. Bu sevgimi hor görme. Kendininkine uydur, yakıştır. Bu satırları ilk evimizin altındaki kahvede yazıyorum. Ve ben seni o ilk günlerdekinden daha büyük bir tutkuyla seviyorum. Biz iki ayrı ırmak gibi ayrı yerlerden kopup geldik, kavuştuk bir noktada, yanı başımızdan küçük bir kol da alarak büyük bir nehir meydana getirdik; birlikte akıyoruz şimdi. Nicedir bu böyle. Hep de böyle olacak. Denize dökülene, ölene dek. Bizim için tek koşul mutluluk olabilir. Hiçbir şey bozamaz birliğimizi. “Üçüz, gözüz biz.” Sen de öyle düşünmüyor musun? Ne tuhaf, son bir iki ayda seni, benden biraz uzaklaştın, araya mesafeler, tedirginlikler sokuyorsun diye düşünürken, o sırada sen de aynı şeyleri düşünüyormuşsun. Bunlar aşkın halleri, aşkın zaman zaman kişinin önüne çıkardığı ezinçler, üzünçler herhalde. Bunu böyle yorumlamak gerekir. Bir de seviyorum seni. Tek dalımsın. Memo’yla birlikte, ama ondan da öncesin. Bunu böylece bilesin. Bilinmelidir bu.
Kahvenin önünden otomobiller geçiyor. Bir tane de at arabası. Seni düşününce o atı da seviyorum. Çay içiyorum. Artık ıhlamur içeceğim. Ne yumuşak, çağrışımlı, bağışçı, düşcül şeydir ıhlamur. Evimizin önünde bir ıhlamur ağacı olsun. Sen saksıda da yetiştirebilirsin ıhlamuru. Gece yatakta Memo’yla hep seni konuştuk. Susunca seni sustuk. Uyuyunca seni uyuduk.
Akşamları eve döneyim, kapıyı sen aç: gözlerin... Memo okuldan dönmüş olsun. Kaçıncı sınıfta olsun?
Duygulu bir adamım ben. Bir film görmüştüm eskilerde; bir Fransız filmi; adı: “Jesuis un Sentimental.” O filmdeki adam gibi miyim nedir? Öfkem belli olur, coşkum ortaya çıkar da sevincim, üzüncüm dibe akar, orda büyür. 
Yalnız seninle güçlüyüm. Sen olmasan bir anlamım olamaz. Sev beni. 
Yaşayacağız. 
Her şeyimi sana borçluyum. Sana rastladığım sıralar yıkıntılıydım. Sen onardın beni. Tuttun elimden kaldırdın. Ben de ekmek gibi öptüm alnıma koydum seni, kutsadım. Aşk büyüdü, aşk!
Sen hastanedeyken her gün yazacağım sana. Seni nice sevdiğimi anlatacağım. 
Yüzüğünden öperim. 
( 12 Temmuz 1972 )”
İşte bu yüzden, sırf bu yüzden hastanede on üç gün geçiresim var...
** 
Hüznün Kuşları
Ben bütün hüzünleri denemişim kendimde 
Canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını 
Bir bir denemişim bütün kelimeleri 
Yeni sözler buldum seni görmeyeli
Kuliste yarasını saran soytarı gibi 
Seni görmeyeli 
Kasketim eğip üstüne acılarımın 
Sen yüzüne sürgün olduğum kadın 
Kardeşim olan gözlerini unutmadım 
Çık gel bir kez daha beni bozguna uğrat
Sen tutar kendini incecik sevdirirdin 
Bir umuttum bir misillemeydin yalnızlığa 
Şanssızım diyemem kendi payıma 
Hain bir aşk bu kökü dışarda 
Olur böyle şeyler ara sıra 
Olur ara sıra
(*) İkinci Yeni Akımı 
1950’li yıllarda Edip Cansever, İlhan Berk, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Sezai Karakoç ve Ece Ayhan gibi şairlerin başını çektiği bir şiir ve edebiyat akımı. Ortak özellikleri; dilin alışılmış kalıplarını yıkmak, sözdizimini zorlamak, değiştirmek ya da bozmak oldu. Şiirde hayal gücüne ve duyguya ağırlık verdiler. 
Bireyin yalnızlığı, sıkıntıları, çevreye uyumsuzlukları gibi temaları sıklıkla işlediler. Söylemek istediklerini soyut bir dille anlatmaya çabaladılar, yer yer anlamın yittiği görülür şiirlerinde. Amaçları verilmek istenilen duyguyu anlatmaktan ziyade hissettirmektir.


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...