Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

27 Nisan 2019

Seninle Sensiz...






Dün Kadıköy'e konsere gittik biliyor musun? Sen de giderdin ya hep.
Konserde senin de bir besten çalındı ama sen yoktun.


Konser salonunda adın duvardaki perdeye yansıtılmıştı.
Adın perdedeydi, sensiz, sahipsiz, bir başına.
Gördüğüm anda gözlerime sahiplendim.
Sana bakar gibi baktım ona.
Sen varken de gözlerimde sevgiyle bakardım sana.
Yokken de.
Yokluktaki sevgi sulugöz haliyle.


Bir kadın yaklaştı yanıma, iyi misiniz, dedi. Ağlamayın, hiçbir şey ağlamaya değmez.
Duvara yansıyan adını gösterdim, o çocuk benim oğlum ama burada yok, olmayacak hiç, gitti o, dedim.
Kadın bir adım geri çekildi, sessiz, sözsüz.


Bir ara adını yansıtan aletin önünde biri durdu, adın görünmez oldu. Dedim, rica etsem biraz çekilebilir misiniz, oğlumun adı görünsün.
Dedi ki, aa ne güzel değil mi, benim oğlum da performans yapacak birazdan. Ne mutlu, ne gurur verici.
Ona ne dedim hatırlamıyorum.
Gözyaşları konuşur bazen.
Diyen dediğine üzülür.
(Arkadaşının babasıymış oğlunu izlemeye gelen. Konuşmuştuk arkadaşınla, ona yaptığın enstrümanla performans yapacağını söylemişti. Enstrümana dönüştürdüğün o küçük kutuyu ablanla birlikte Ortaköy'den almışsınız. Bak senin için ne yazmış:
"Barış hayatımda en ilham aldığım insanlardan biriydi. Toplumla olan ilişkisi ve insanlarla olan iletişimi anlamında hala onu örnek alacağım bir çok olay yaşıyorum. Olaylara baktığı yerler ve düşünüş biçimi sizi sürekli ufkunuzu açmaya zorluyordu. Performans yapacağım alet Barış tarafindan bana yapılan bir Atari Punk Console. O dönemki müzik yapmak, yazmakla ilgili olan sorunlarımı fark edip "Hadi biraz noise yap." diyerek hediye etmişti.
Özel bir insan, dost Barış."

Ne güzel senin hayatına giren herkes...
Hepsi sevgili.

Konser senin bestenle başladı. Anlatmıştın bana heyecanla.
Esinlendiğin objeyi, onun hareketini, müziğe nasıl uyarladığını.
Performans ödevlerini bitirdikten sonra mutlaka bana gösterirdin.
Otururdum yanında, uzun uzun, teknik detaylarıyla, ne düşündüysen, ne yaptıysan her şeyi anlatırdın.
Sorular sorardım, ne güzel olmuş oğlum, derdim. Sonra babana, sonra ablana anlatırdın. Bazen üçümüz birden gelirdik odana, üçümüze anlatırdın.
Nasıl güzel bir yıldı geçen yıl, nasıl mutlu gidiyordun okuluna. Müziğe aşkın nasıl yüzünde, dilindeydi.
Dün herkes gördü bunu.
Sadece adın vardı duvardaki perdede ama bence herkes hissetti seni orada...
Notalara koyduğun kalbin attı, duyduk.

Performans yapan herkesin kendini anlattığı ve programın yazılı olduğu bir kitapçık vardı.
Adının altında sadece besteni açıkladığın bir yazı var. Onu fark edince çok üzüldüm, sen de onlar gibi kendini anlatamamışsın, diye.
Ama şimdi okuduğumda aslında sen bilmeden kendini anlatmışsın, anladım.

"(…)
Sarkaçlar devinimleriyle beraber başlarlar yalnız çok zaman geçmeden birbirleriyle olan eşzamanlı döngülerinden çıkarlar ve rölatif salınımları sürekli değişir. Zaman geçtikçe bazı sarkaçlar birbirleriyle eşzamanlı hareket edip sonra eşzamanlılıklarından çıkarken, diğer bir grup bu döngülerden geçer.
Sonunda tüm sarkaçlar yeniden eşzamanlı hareket ederek döngüyü beraber bitirirler.
Sonrasında enerjileri yettiğince yeni döngüler meydana gelir. "

Döngü devam ediyor oğlum...
Sessizce.

Ben şimdi odandayım, masandayım, burada yoksun.
Yaşadığın eve gittim, orada yoktun.
Okulunda yoktun.
Müzik yaptığın yere gittim, müziğin vardı ama sen yoktun.
Dinlerken bir izleyicilere baktım, bir sahneye baktım, sen varmışsın gibi.
Yoktun.
Ne biçim bir boşluk bu???
Nasıl bir yokluk.
Bir nefeslik bile yoksun,
Bir görümlük, hiç...
Dün çok istedim rüyama gel, konuşalım dünü diye ama sabah baktım, orada da yoktun.

Konserin olduğu yere daha önce gitmiştin, o sokakta, o kulüplerde olmuştun, müzik yapmıştın, dinlemiştin, dans etmiştin.
Konserden sonra indik aşağıya.
Sokakta o kadar çok Barış vardı ki, senin yaşında, senin ruhunda, senin kalbinde.
Ama biri bile gelip bana "annem" diye sarılmadı. Çok istedim, sen onlardan biri ol, çık gel yanıma diye ama yok...
O genç kalabalıkta senin olmamanı hiç bir yere alıp koyamadım.

Arkadaşlarına sarıldım ama sana da sarılmak lazım gelmişti.
Geliyor.
Hep öyle.

Ara ara telefondaki fotoğrafını açtım konser sürerken. Sen de dinle, diye.
Ama dedim, senin mutlaka haberin vardır ve oradasındır zaten.
Arkadaşın dedi, Barış sizin üzülmenize çok üzülüyordur, ağlamayın.
Azıcık ağlamamak oldu.
Ama seni dinlemeye gelip seni görememek olmadı.
Ağlatır.
Elbet.

Rüyama belki ondan gelmedin, onca rica ettim uyumadan.
Kızma bana, üzülme üzülmeme.
"Anne olacağıma taş olsaydım" diyen anneanneni anlamaya çalış sadece.

Bilgi Üniversitesi'ni seçmiş olmanı ve ısrarla orada müzik okumak istemenin sebebini dün anladım bir kere daha.
Her yıl yapılan etkinliği bu yıl sana ithaf eden hocalarına, senin için müzik yapan arkadaşlarına sağ olsunlar desem ne az, ne cılız kalır.
Kâğıda yazdığın besteni enstrümanlarla kaydedip bize duyurdular.
Buna ne diyeyim?
Öyle kıymetli, öyle nezaketli, öyle zarif ki.

Dün gece için emek eden herkesi, Barış'ımın arkadaşlarını ve yanımda olan bütün ailemi ve dostlarımı kalbimdeki bütün sevgimle kucaklarım.

Seni de.

27 Nisan 2019
08.50
Odandan, masandan.

13 Nisan 2019

Kelimeler Kifayetli Bazen

Yaklaşık 13 yıl önceydi. Evimize yeni taşınmıştık.
Arka balkonda çamaşır asarken, yandaki binanın balkonunda yaşlı bir teyzenin bir şeyler söylediğini duydum.
Bana doğru bakıyordu, efendim teyzecim, dedim, benim kocam öldü, dedi.
Arkasından bir şeyler daha söyledi ve sonra ilk söylediğini tekrarladı. Sanırım yeni, diye düşünüp üzüldüm. Sonra belki kocasının gidişini kaldıramadı normal düşünemiyor artık, dedim yine üzüldüm.
Yıllar sonra, o teyzenin hiç tanımadığı birine neden bir yakınının öldüğünü söylediğini anlayacakmışım.
Barış'ımın haberini aldıktan sonraki saatler içinde gözümde donmuş buzlu yaşlarla tanımadığım, karşıma çıkan herkese, benim oğlum öldü biliyor musunuz, dedim.
Böyle, beni duymaz ya da görmezlerse diye, kollarından çekiştirip dürterek..
Sonra evde balkona çıkıp bağırdım hem annem duysun Barış'ın onun yanına geleceğini, hem mahalledeki herkes duysun diye.
İlk birkaç gün böyleydi.
Sonra o kelime ki yukarıda bile zor yazdım, artık lügatimden çıktı.
Barış ve o kavram zihnimde, kalbimde bir araya gelemezken pat diye dilimden nasıl çıkar ki?
Çıkmaz, çıkmıyor, çıkmayacak.
Annem gideli 12 yıl olacak. Hala diyemedim öyle.
Vefat etti olur, gitti olur ama o diğeri olmaz.
Saygıda kusur ederim gibi geliyor. Değersizmiş, önemsizmiş, öylesine, işte ömrü bitmiş n'apalım, biz kendi hayatımıza bakalım, der gibi geliyor.
Hatta bir ileri seviye; hakaret gibi.
Oysa çok doğal bir kelime.
Evet.
Ölüm var dünyada.
Ölenden de, geçmiş zamanda kaldığı için geçmiş zaman kipleriyle bahsedilir.
Öldü, ölmüş.
Di'li ve miş'li geçmiş zaman bu kelimeye yasak değil elbet.
Ama anne, içinde yasaklıyor.
Kulağına da, gözüne de, diline de aynı yasağı koyuyor.
Yasak, anne dışındaki belki herkes tarafından kolayca delinebilir bu da çok normal, doğal ama belki biraz dikkat etmek lazım, diye yazayım, dedim.
Bir de şunu diyesim var hep...
Şimdiye kadar oğlumun içime doldurduğu kederi, özlemi, sevgiyi benimle paylaşan, ona yazdıklarımı okuyup ıstırabıma ortak olan, benimle ağlayan, sarılan, sadece susan, sessizce dualar eden çok güzel insanlar tanıdım.
Çok büyük bir çoğunluğu son derece insani olan merak duygusunu içinde tuttu, tutabildi.
Çok azı tutamadı.
Bana sordu, ne oldu oğlunuza, diye. Ama çok iyi niyetle, çok üzülerek, belki kendisine bir ders çıkarabilir diye, nezaketle hatta.
İlk zamanlar o donmuşlukla bazılarına cevap vermişim..
Ama şimdi bu sorunun bir anneye sorulmayacağını çok iyi biliyorum.
Ben de bilmezdim Barış'tan önce.
Oğlum yaşarken bir dolu şey öğretti bana ve gidişiyle de öğretmeye devam ediyor.
Çizginin bu tarafındayken kolay geliyor sormak hatta hiç yanlış değilmiş gibi. Belki ben de sormuşumdur evlatsız annelere, ne oldu da gitti, diye.
Ama işte ben çizginin öbür tarafına geçince o sorunun ne demek olduğunu anladım.
Niyet iyi de olsa özellikle anne, baba ve kardeşe sorulacak en son soru budur.
Başka yanındaki herkese sorun, bu insani bir merak, dedim ya sorun da yok aslında.
İlk yakınlarına sormayın tek.
Neden biliyor musunuz?
Öyle türlü çeşit duygudan geçiliyor ki..
Öyle çok çalkalanıyor ki içiniz.
Belki bir an durup hiçbir şey olmadı ki, diye kendinizi kandırıyorsunuz o esnada.
Delilik sınırlarında dolaşıyorsunuz bazen.
Ya da kafanızda binbir soruyla cenk ediyorsunuz.
Biriktirdiğiniz sabır, teslimiyet gibi sakinleştiricileriniz tükenmişken gelen o sorular ok gibi batıyor kalbinize.
Sebebi bilsek de sonuç değişmiyor.
Sonuç, sizi kocaman dalgalarıyla yutan uçsuz bucaksız okyanus.
Sebep dipteki bir kum tanesi.
Hayat gelenlerin yerine, gidenlerin olduğu bir kapı.
Biri geliyor, biri gidiyor.
O kapıdan daha kaç kişi çıkacak kim bilir..
İşte o kapının önünde bekleyen gönlü karalara neden sormayın diye, hele hele o kelimeyi arkasına ekleyerek sormayın diye, bir de böyle içimi dökeyim diye geldim, hiçbirinizi incitmediğimi umarak...
Dilerim o kapı kapansın, doğan kimse bir yerlere gitmesin.
Ve hatta, çocuklar ve gençler giremez, diye bir yazı asılsın üstüne.
13 Nisan 2019
13.30

11 Nisan 2019

Koku Kaybı

Senden sonra, son gününü geçirdiğin evin 100 km ötesinden bile geçebilmeyi hayal edemiyordum.
O kadar uzaktı oraya gelmek.
Ama zaman uzağı yakın ediyor.
Babanla geçmemizin gerek olduğu aşamalardan biriydi bu.
Sana gelip olan bitenle yüzleşmeliydik.
Belki ben içten içe senin hala orada olduğunu sanıyordum.
Gelip orada olup olmadığını görmeliydim.
Geldim, gördüm, yoktun.
En çok ama en çok kokun için geldim biliyor musun?
Sanki senden kalan, senin klonun, sen, orada beni bekliyordun.
Kıyafetlerinin içinde sen yoktun ama kokunu bırakmış olman seni canlandıracaktı.
Öyle bir ümitle ve güvenle geldim.
Sana kavuşacaktım.
Kavuşamadım.
Yaşadığım en büyük hayal kırıklığıydı belki. Yanında kalp kırıklığı.
Eve adımımızı atar atmaz ayakkabılıktaki çorap ayakkabılarınla karşılaştık. Hani toprağı çimeni hissetmek için aldığın çorap ayakkabıların.
Baban bir tekini aldı, öbür tekini ben.
Koklayıp bağrımıza bastık ikimiz de.
Hemen bavullarına koştum, açtım, kokladım kıyafetlerini..
Yok, yok, yok, kokun yok..
Kalmamış.
Beklemiş kıyafet kokusu var hepsinde. Senin kokun uçmuş gitmiş, tek bir nefeslik bile yok.
Ben şimdi iyice sensiz kaldım.
Son ümidim de gitti elimden.
Sen orada yaşıyor olacaktın o kokuyla.
Bu yaşımda böyle bir yokluk ve hiçlik yaşayacağımı düşünemezdim.
Çaresizlik, terk edilmişlik, sensizlik.
Hiç olmadığı kadar sensizlik.
Kokunu bulamayınca parmak izlerine koştum.
Evde dokunduğun her şeye dokundum. Kapı kollarına, dolap tutacaklarına, musluklara, salıncağa, koltuğa, çamaşır makinasının çalıştırma düşmesine, bulaşık makinasının kapağına, fincanına, duvarlara, mutfak tezgahına, buzdolabına, her şeye, her şeye dokundum.
Parmak izin benimkine karışsın diye.
Böyle sıkıca sevgiyle tutsam canlı hücre bulup seni bana geçireceğimi sanarak.
Dokunduğun her yere dokunmak yetmedi, en son eve sarılmak istedim..
Eve sarılmak istedim sen diye.
Kollarım yetmedi.
Mutfak dolaplarına baktım tek tek. Düzenini sevdim bir kere daha. Her şey yerli yerinde, sıralı, tertemiz. Yeni mutfak robotun ne güzel. Kırmızı almışsın.
Zevkli oğlum benim.
Güle güle kullanmışsındır inşallah..
Keşke onu da alsaydım, getirip mutfağımın baş köşesine koysaydım, dedim sonra.
Hayıflandım. Ama getiririz elbet.
Bulaşık süngerini aldım, sandalyenin üstünde havlu gördüm onu aldım, diş macununu, fırçanı, ölçü kaşıklarını...
Hepsi bavulda duruyor.
Henüz açıp konuşamadım onlarla.
Oraya gelmeden önce o ev benim için artık sevdiğim bir ev değil, diye düşünüyordum hatta gönül koyuyordum, kızıyordum, aldatılmış hissediyordum. Ama geldiğim ilk dakikada öfkem de kırgınlığım da geçmişti.
Hayatta insan sever gibi sevebileceğim tek ev burası, diye düşünerek baktım evine. Sanki sen varmışsın gibiydi.
Hayal ettim seni, yemek yapışını, oturuşunu, evde dolaşmanı.
Bu evden gittin sen. Son günün, son anın buradaydı, bu salonda.
Dışarıdan baksan, düşünsen yanar erirsin.
İçeriden bakınca erimemek için Allah katıksız sevgi ve şefkat koyuyor insanın içine.
Ancak onunla dayanabiliyorsun.
Sevgi üflendi orada açılan alevli yaralarımıza.
Gözyaşlarımız da alevin harını kıstı az biraz.
Öyle..
Başka türlü insan beyni, kalbi nasıl dayanır?
Dayanamayacak kadar azaldığımızda, artık gidelim, dedik kalktık ama içimden biraz daha oturmak geldi.
Ailece ettiğimiz kahvaltılardan kalkmak istediğimizde senin hissettiğini hissettim:
Biraz daha oturalım.
Aslında ben ömrümün sonuna kadar o salıncakta, öylece durup kalabilirdim.
Seninle.
Dokunmadık, sevmedik yer bırakmadığımdan emin olduktan sonra en son yatağına gittim uzandım, bir ümit oradadır kokun, diye.
Yorganına sarıldım, kokladım.
Yok, koku namına bir şey yok.
Her alamadığım koku gözüme yaş diye dizilip aktı.
Evin sular içinde.
O eve nasıl gittiğini ve nasıl çıktığını düşündükçe girdiğim duygu karmaşası ve kontrolsüzlüğüyle, acaba doğru zamanda mı gidiyorum, diye ikileme düşmüştüm.
Yol boyunca kalbim ritminden çıktı ama kendimi sakinleştirmek için, orası Barış'ımın gittiği yer değil, çok mutlu olduğu yer diye düşünmeliyim, dedim, kendimi telkin ede ede gittim.
Tabii evden çıkarken senin nasıl çıktığını düşünmeden edemedim.
Bulutlar üstüme ağladı, onlar da üzüldü belli ki.
Salıncakta başını koyduğun minderi aldım yanıma.
O güzel başın değdi ona diye.
Yol boyu kucağımda, sarmaş dolaş geldik.
Bulutlarla birlikte ağlaya ağlaya.
Anladım ki, bulutlar hassas yaratılmışlardan.
İkinci kez seni kaybetmiş gibiyim.
Tekrar bulacağım güne kadar kendine iyi bak evlat.
Sen şimdi tabii Allah'a benden daha yakınsın. Ona söyle, senin kokunu bana biriyle göndersin n'olur.
Annemin hayattaki en büyük ricasıymış dersin.
Beni aldın, bari kokumu bıraksaydık, dersin.
İşte sen bilirsin ne diyeceğini.
Sana sarılıp kokunu hücrelerime nakşedeceğim günü sabırla bekleyeceğim.
Seni seviyorum.
Canım benim...
Canım...


11 Nisan 2019
9.00

10 Nisan 2019

Sebep-Sonuç


Çoğu zaman sebep sonucu değiştirmiyor.
Bizim yaşadığımız zaman da o zamanlardan.

Uzun süre ben de merak ettim bunu, benim çocuğum neden yok, sebep ne?
Ama gün geldi; sonuç ortada, o artık yok, sebep sonucu değiştirecek mi, demeye başladım ve sebebe yüklediğim anlam azaldı.

Ben bu süreçte Allah'ın istediği zamanda onu bizden aldığına, biz ne yaparsak yapalım bu yaşananların tek bir anını bile değiştiremeyeceğimize kendimi ikna ettim.
Şükür ki edebildim.
Zaten çok fazla seçeneğiniz de yok.
İki tane sadece.
Biri delirmek, biri ölmek.
Uğrunda yaşamak zorunda olduğunuz insanlarınız olunca iki yola da girmemeye çalışıyorsunuz.
Allah'a elimden tut diye yalvararak.
O da tutuyor şükür olsun ki.

Oğlumun anısına duyduğum saygıdan dolayı ilk baştan bize bir jandarma çavuşun söylediği ve hiçbir dayanağı olmayan, sadece bilgisizlikten ve düşünmeden söylenen bir yanlışı düzeltmem gerekiyor. Kesin bir bilgi değildi, rapor almadan söylenecek şey de değildi ama bir şekilde bu bilgiyle geçti zaman.
Uzun süre bu yanlış bilgilendirme yüzünden oğlumun kendi isteğiyle gittiğini sandık. Çoğu kimse de öyle bildi.
Ben ilk zamanlarda kendimi bu bilgiyle ayakta tutuyordum garip bir biçimde.
Çünkü Barış istediği her şeyi yaparak mutlu olan bir çocuktu.
Eğer kendisi isteyerek gittiyse ve onu mutlu eden bu idiyse ben de kararından mutsuz olmam diye  uzun süre durdum öylece... 
Ama yolun yarısında içimde depremler olmaya başladı.
Raporda kendi tercihiyle çıkarsa nasıl dayanacağımı düşünür oldum.
Dua ediyordum ki öyle çıkmasın, hiçbir şey çıkmasa bile razıydım.

Ama artık gelen raporun sonucuyla durumun böyle olmadığını biliyoruz.
Oğlumu en son gören ve otopsiye yönlendiren savcıyla bizzat görüştüm. Israrla sordum, ne alınan örneklerde, ne genel görünüşünde ne de evde bunu düşündürecek hiçbir sebep olmadığını söyledi.
Evdeki ilaçların yatak odasında olduğunu, başucunda hiçbir şüpheli ilaç, gereç vs. bir şey olmadığını söyledi. (Oğluma kendi ellerimle alıp bavuluna koyduğum grip ilacı, burun spreyi, ağrı kesici ve göz damlaları dışında evde ilaç yoktu zaten) 

Sabırla aylardır beklediğimiz rapor sonucunu artık biliyoruz.
Barış'ım gitmeyi istememiş.
Alınan numunelerde herhangi bir bulguya rastlanmamış. 
Savcının dediği gibi evde de herhangi bir şüpheli durum görülmediği için olayın doğal olduğuna karar vermiş ve dosyayı kapatmışlar.
Uykuyu çok seviyordu.
Oğlum en sevdiği yerde, en sevdiği şekilde uykusunda gitmiş.

O uykunun çok derin, güzel ve huzurlu bir uyku olduğunu duymuştum hastalığın ağır zamanlarında bu o uykuya dalan ama zamanı gelmediği için geri gelenlerden. 
Barış'ımı kimse geri döndüremedi. Çünkü zamanı gelmişti.
Son günü Eylül ayında, bizden uzakta, keyifle, uça coşa gittiği o evde yazılmıştı. 

Bilseydi ne o giderdi, ne de biz gönderirdik.
Bilseydi gitmezdi.
Üşümemek için evdeki bütün kışlıklarını alıp götürdü, kalın kalın çoraplarla birlikte. 
Yemek yapmak için heyecanla bir sürü mutfak gereci aldı.
Sıkılırsa konser izlemek için gelecek bir iki gün kalıp dönecekti.
Üşürse daha erken dönecekti ama hedefi Haziran'a kadar kalmaktı. 
Hiçbiri olamadı.

Biz ne kadar hayatımızı planlarsak planlayalım son dakikamızın hangisi olduğunu hiçbirimiz bilmiyoruz.

Oğlumdan sonra aşılacak çok Everest var önümde demiştim ya.
Birini daha aştık.
Ve sebep sonucu değiştirmedi.

10 Nisan 2019
13.31






08 Nisan 2019

Gel Konuşalım

Merhaba Oğlum, Canım...

Seninle nasıl konuşasım var..
Sen de istersen on beş saat konuşalım mesela. Bir keresinde yedi saat konuşmuştuk hatırlıyor musun?
Sen kendini bana açmaya karar verdiysen tamamdı.
Ne sen bıkardın ne ben. 
İnsan özlüyor oğluyla konuşurken anlaşılmayı, sözlerin yüksek perdeden, uzun cümlelerden ve parantezsiz oluşundan alınan tadı özlüyor.

Okuluna gittim dün biliyor musun?
Aslında biliyorsundur. Hep orada yanımda olmanı diledim çünkü. Arkadaşınla sözleştim, o geldiğinde dedim ki Allah'ım ne olur Barış buradaysa bana bir işaret ver. Arkadaşına sarıldığım anda ezan okundu.
Oradaydın.
Bir de, sana benzeyen iki genç gördüm.
Onlardaydın.

Keşke sen varken de gelseydim dedim hep.
Sana yemek ısmarlasaydım, karşılıklı yeseydik.
Bana okulunu gezdirseydin. İlk başlarda sen istememiştin gelmemizi pek.
Sonraları olur, gelin demiştin; ablanla gelmeye niyetlenmiştik ama bir türlü olduramadık.
Vardır bir sebebi.

Okulunu gezdim, sınıfına gittim, hocalarınla konuştum, arkadaşlarını gördüm sarıldım.
Oturduk sohbet ettik bahçedeki masalarda.
Okulunu arkadaşının kolunda ağlayarak gezdim ama olsun.
Merdivenden çıkarken tırabzanları sıkı sıkı tuttum sen de tutmuşsundur, ellerini hissedeyim, diye.
O güzelim okulda senin olmaman çok, çok ama çok çok dokundu.
Ne çok sevdiğini biliyordum. Nasıl ait hissettiğini.
Müzik benim hayatımda ölene kadar olacak ama müzikten para kazanmayacağım, demiştin.
O kadar da başkaydı sevgin müziğe, derindi.

Arkadaşlarınla seni konuştuk. Komik anılarınızı duydum.
Ödev verileceği zaman ilk elini kaldıran sen olurmuşsun, A alıp otururmuşsun. Diğerleri nasıl A alacağız senden sonra, ilk önce sen verme ödevi, derlermiş.
Elektronikle ilgili bir şey olduğunda sana gelirlermiş, Barış halleder, diye.
Çok zeki olduğunu dediler hep. İki adım öndeydi, dedi bir arkadaşın.

Ben de senin çoğu yaşıtlarınla yaşdaş olmadığını biliyordum.
Ruhen.
Yaşın genç ama ruhun orta yaşlıydı bence.
Şöyle ellilerinde falandın sen.
Dost'la sohbetinden, ona bıraktığın senden belli.
Bana anlatmıştın Dost'u. Çok tatlı biri, demiştin. Biri için böyle dediysen tamamdır.
Hani bir gün Ortaköy'ün karşı mahallesini bize gezdirmiştin kuzenlerinle.
Otuz yıldır burada yaşayıp bir kere bile merak etmeyen ben, Ortaköy'de adım atılmamış toprak bırakmamış oğlumla gezmiştim. Nasıl da güzelmiş meğer..
Dost'la tanıştığın evi de göstermiştin. Atölyeymiş aynı zamanda. Artık orada yaşamıyormuş ama.
Nasıl tanıştığınızı anlatmıştın.
O da seni anlatmış senden sonra. Henüz iletişime geçemedim. Oraya gelmedim henüz.
Senin ruhunu gören ve ruhundan seven biri o.

Seni başkalarından dinleyince öyle bir sevgi doluyor ki içime.
İçimde olanı katlıyor, katlıyor dolup taşıyorum.
Okulundan sonra öyle doluyum ki biraz yatıştırayım içimi.
Ona da sıra gelecek.
Senin sevdiğin, seni sevenlerle sohbet en sevdiğim..

Okulunda gördüğüm arkadaşlarının üçüyle konuşabildim.
Oraya gitmeyi ne zamandır istiyordum ama cesaret edemiyordum. Yanından geçerken bile bakamıyorken, oraya gitmek kolay karar değildi benim için.
Bir sabah kalktım, bugün gidebilirim sanırım dedim ve anlık kararla hazırlanıp çıktım.
Yalnız başıma.
Yine.
Bile isteye.
Senin olmadığını bana koca koca harflerle yazan her şeyi tek başıma yapmak istiyorum.
Yanımda benim için üzülen biri olmadan, içimdeki hafriyatı yer gösterensiz sağa sola dökebileceğim histe, seninle buluşur gibi, sadece sen ve ben.
Bu bana lazım bir şey.
Bazen yanımda başkaları da olsun istiyorum, gece gündüz seni anlatayım.
Ama bazen susayım yalnız başıma susayım ve yağayım istiyorum.

Arkadaşların tıpkı senin gibi.
Varla yok arasındaydılar.
Varlardı sevgilerini koluma destek yaptılar, dayanamadığımda sarıldılar.
Ama yoklardı beni seninle ve yağmurla bıraktılar.
Sessizce.
Birlikte yağdık bazen.

Onlar seninle aynı ruhtalar.
Gördüm.
Dünyaya, birbirinize, her şeye, herkese aynı gözle ve aynı kalple bakıyorsunuz siz.
Hepiniz ne güzelsiniz oğlum...

Eve arkadaşların gelirdi bazen. Müzik yapardınız, sohbet ederdiniz.
Bilirdim ki sen birini eve getirmişsen, o sendir.
Hiç düşünmeden onu da severdim, sana neysem ona da o.
Sen eve ev demezdin, evim derdin. Mabedin gibi, korurdun, önemserdin, severdin.
Eve gelen, evine gelirdi.
Evine gelen, odanda seninle vakit geçiren senin yakının demekti.
Seni seven, senin sevdiğin herkes benim sevdiğim.
Yakınım.

Okulda çekilmiş bir videonu izledim. Müzik odasında performans yaparken. Sen yönetiyorsun, değişik sesler çıkarıyor herkes, müzik aletleri de var.
Senin yaptığın müziği ben hiç anlamadım, tıpkı senin gibi sıra dışıydı ama senin anlaman ve sevmen yetti.
Her proje ödevini bitirdiğinde beni çağırıp anlatıyordun uzun uzun. Müzik aletlerine eser yazıyordun ama dinleyemediğim için nasıl olduğunu bilmiyordum.
En son yedi klarnet için yazdığın beste okuldaymış, arkadaşların onu senin için çalacaklarmış.
Her yıl okulda yapılan bir etkinlik senin için de yapılıyor olacak.
Ve o eserin kaydı dinletilecek.
Gitmek istediğim ama nasıl gidip, müziğini, seni, sensiz nasıl dinleyebileceğimi bilmediğim bir gün daha.
Aşılacak bir Everest daha.
Geleceğim, dinleyeceğim. O gün görmediğim arkadaşlarına sarılacağım, hocalarınla seni konuşacağım.

O videoda öyle canlıydın ki güzelim benim. Nasıl yakışıklıydın kısa saçlarınla.
Vardın, yaşıyordun, sendin.
Bunu nasıl anlatırım bilmem;  olmayan birini oluyor gibi görmek, canlı kanlı, etten kemikten..
Kalbinde bin gül açtıran, tıka basa sevgi dolduran, varlığa kandıran ama gerçeğe aydığında kandırılmanın ağırlığıyla ne yapacağını bilemediğin bir hal bu.

Gözlerimde silecek olsaydı kırılırdı.

O yüzden, fotoğrafa videoya kalmayın, yanınızdaki "sevgiliniz" kimse ona sarılın.
Evlat, anne, baba, kardeş, arkadaş, akraba.
Kimse, o.
Videodan o size görünüyor ama siz ona görünemiyorsunuz, deseniz de duymuyor.
Sarılmak isteseniz eliniz kolunuz havada kalıyor, bomboş.
İçiniz bin voltluk sevgi dolu ama diyemiyorsunuz, aktaramıyorsunuz. Kendi içinizde çarpılıyorsunuz.

Kocaman derdi olanlarınki küçülsün dilerim.
Ama küçücüğü kocaman yapanlar varsa unutsun, sarılsın.
Dediklerimi unutmayın, yazın bir yere, not alın, bilmiyorum yapın bir şeyler...
Gücüme gidiyor bazen, yanındakini, kalbinin ta içine sokabilecekken aralarına kilometrelerce yol döşeyenler.
Yapmayın.
N'olur.

Bazen de sevgiliye sarılmak değil de başka türlü gelen sorunu arkana alıp hayata sarılmak var.
O zaman da gidenleri düşünün.
Ve arkalarında kalanları.
Gideni getirmeye güç yetmiyor, çözümsüz, çaresiz.
Ama hayat var, yaşamak varsa.
O zaman çözüm de var, çare de.

Canım oğlum, bir tanem, bebeğim, güzelim, tatlım, yakışıklım, kara oğlum.
Babamdan yıllar sonra bir gün "baba" demeyi özlediğimi hissetmiştim.
Şimdi sana "oğlum" demeyi özlüyorum. Altı ay sonra.
Sana hitap ederek yazmak ne güzel.
Sana hala oğlum demek.

Evrende var olan hiçbir yaratılmış yok olmuyor.
Bir belgeselde izledim. Dünyanın oluşumu, varoluş süreci, ölüme yaklaşım vs. anlatılıyor.
Ah sen olsan ne severdin, nasıl güzel görseller var, nasıl derin bir anlatımla.
Ne güzel izlerdik birlikte..
İşte senin yerine de izledim.
Diyor ki, aslında biz sadece "doğum, yaşam, ölüm" var sanıyoruz ve bunu düz bir çizgiye koyarak ölümü sonmuş gibi görüyoruz.
Oysa öyle değil.
Doğum, yaşam, ölüm bir çember içinde. Bir döngü.
Doğan öldükten sonra da yaşamaya devam ediyor aslında.
Evet bence de ediyor.
Bir kere sen hala yaşıyorsun, her gün aklımda, dilimde, kalbimde.
Bedenen yokluğunun boşluğudur yaşamadığın illüzyonunu veren.
İşte buna tamam demek kolay değil ama tamam desem de demesem de bu böyle.
Değişemeyecek tek gerçek.
Ben gideyim o gelsin, canımla takas edeyim desem, yok.
Yaşanan her şey değişir, dönüşür, kabullenilir, eskisi gibi hatta eskisinden daha iyi olunur ama gidişleri kabul edecek, dönüştürecek, değiştirecek bir yol yok.
Sadece sevgiyi koyabiliyorsun ondan kalan boşluğa.
Arkadaşınla konuştuğumuzda dediği de buydu.
"Onu ölümle, giderken yapılan törenlerle, ağlayarak, üzülerek hatırlamak istemiyorum. Bana öğrettikleriyle, benim ondan öğrendiğimi başkalarına öğretiyor, anlatıyor olmamla, onu sevgiyle hatırlamamla Barış benimle hep.
O zaman üzülmek olmuyor. Buna çabalıyorum."
Ben de...

Barış'ım, benim canım...
Sanırım yine saatler sürecek seninle konuşmak.
Özlemişim..
Çok..
Yeşil, ince saçaklı yaprakları olan yapma bir çiçek almak istemiştim hatırlıyor musun? Israrla aldırmadın bana. Evimde plastik çiçek istemiyorum, dedin. Canım benim, evini severim senin, deyip gülmüştüm. Öyle demen hoşuma gitmişti.
Tamam almayacağım dedim, öyle istemiyordun ki.
Senden sonra aynı çiçeğin tazesini gördüm, aldım.
Evine taze çiçek aldım merak etme.
Ayrıca dün gördün mü yavrum, sana geldik babanla. Bodrum papatyası aldık mor, minik sarı karanfiller aldık.
Yeni evine ektik onları. Güzelleştirdik.
Evini çiçekledik.

Oraya geldiğimde hep şunu istiyorum, yeni evinde mutlu olduğunu bana ilet bir şekilde.
Tek istediğim bu.
Artık rüyama mı gelirsin, mesajlarla mı söylersin bilmiyorum.
Sen yaşarken de senin iyi olduğunu, mutlu olduğunu bilmekti tek isteğim.
Gidince de bir şey değişmedi.
Gitmen öyle büyük, öyle kabul edilmez ki, bunun bir iyi tarafı olmalı, diyorum hep.
İyi olan taraf sana iyi olsun. Sen iyiysen ben iyiyim.
Anne olduktan sonra saf iyilik hali en çok çocuktan geliyor çünkü.

Seni düşününce hep o güzel yüzün, o derin, tatlı gülüşün geliyor aklıma.
Hep sarılmak istiyorum sana.
İşte bana bir mesaj gönderirsin, sevdiğini söylersin, iyi olduğunu bilirim diye hep gözüm yazılarda, kulağım sözlerde.
Okulundan çıkarken de bakındım sağa sola.
Yanından geçtiğim bir panoda "Sen Varsın" yazıyordu.
Canım benim, ben varım, sen bende varsın.

Bir de ne gördüm biliyor musun?
Geçenlerde arabada babanla gidiyoruz, ama sen de oradasın, aklımda, kalbimde.
Düşündüm baştan olan biteni ve "niye oldu bu" dedim binbirinci kez.
Cevap, altından geçtiğimiz köprüye asılmış afişte yazıyordu.
"İstanbul Daha Yeşil Olsun" diye.
Önce anlamadım, sonra ormanın geldi aklıma. İnanamadım.
Sorularıma cevap geliyor şükür.
Bir de senin iyi olduğunun cevabı gelse daha ne isterim..

Ormanındaki fidanlar dikildi yavrum. Şimdilerde üstüne adının yazdığı tabela konulacak.
Sonra bize haber verecekler, gidip göreceğiz.
Adını başka yerlerde görebilseydim keşke ama böylesi bir tabelaya yazılacakmış.
Değiştirilemez yazılardan biri.
Doğa daha yeşil olsun diye işte bu yazı.
Yazımız doğaya karışmanmış.
Yok olmadın.
Doğadasın, topraktasın, kuştasın, kelebektesin, ağaçtasın, yeşildesin.
Bendesin.

Okuluna gelmek, sen olmadan orada olmak, yapmayı istediğim ama yapamadıklarımdandı.
Yaptım.
Sırada yazlığa gelmek var.
Yapacağım.
Babanla geleceğiz.
Kalbim hızla atıyor düşününce.
Seninle en çok sevdiğimiz yer orası.
Parmak izlerine gidiyorum.
Kokuna bir de.
Senden kalanlara.

Seni seviyorum.
Çok.
Çok.
Çok.
Çok.
Çok.
...

8 Nisan 2019
10.00





Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...