Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

28 Aralık 2015

Erkekler Yaşlanmaktan Korkar mı?

Yaşlanmak bir dağa tırmanmak gibidir. Çıktıkça yorgunluğunuz artar, nefesiniz daralır ama görüş açınız genişler. "Bergman" 90'a merdiven dayamış biri. -Nasılsın? Nasıl geçiyor günlerin? -Nasıl olayım, gün dolduruyorum. İçime işliyor bu cevap. Sahaftayım. Siyah beyaz fotoğraflar var bir kutucukta. Sahipsiz, kimsesiz. Onca yaşanmışlık küçücük bir kutuya doluşmuş. Sahafla sohbete dalıyoruz. Siyah beyaz fotoğrafların cansız hayallerine bakıyoruz. Yakışıklı adamlar, genç, güzel kadınlar gülümseyerek bakıyorlar bize. Yaşlanmış elbet her biri... Belki artık yoklar. Sahafa diyorum, ne garip şey yaşamak. Gençken yaşamak mı gerek acaba, her şeyi, yapılabilecek her şeyi yapmak? Alın işte, yaşlanıyorsunuz, yok oluyorsunuz, bir siyah, bir beyaz renk çiziyor sizi kağıtlara. Sahipsizce donup kalıyorsunuz orada. Sahaf da diyor ki; Ufkum geniş ama yapabileceklerim sınırlı. Hareket kabiliyetim azaldı. Ruhum genç ama bedenim yaşlandı. Bu ikilemi kabullenmek ve bununla yaşamak zor... Bu cevap da içime işliyor. Bedenin ruha ihaneti! Yaşlılığı hüzünle karşılıyor erkekler. O enerjileri, yaşama bağlılıkları, taşı sıksa suyunu çıkaracak halleri gidiyor ya hani... Çok yaşlanmaktan söz ediyorum. Bazen yolda minik adımlarla ürkek, korkak yürümeye çalışan yaşlılar görüyorum. Bastonu tek yareni, gözleri az görüyor, kulakları duymaz olmuş, hani elden ayaktan düşmek üzere. Böyle ya da bu kadar yaşlanmak, hala hayatta olmak adına iyi ama hayatın hakkını verememek adına kötü sanırım. Bazıları artık ölümü yeğler, bekler oluyor bu haldeyken, bazıları tırnaklarını geçiriyor hayata sıkı sıkı. Yaşlılığın bu evresi artık kontrolden çıkmışlık ve belki gün doldurmak gerçekten. İşin başka tarafı var. Bu kadar yaşlanmamış olan erkekler, bir şekilde yaşlılıklarını yalnız geçirmek zorunda kaldıklarında çok zorlanıyorlar. Onlara bakacak eşleri, çocukları, yakınları ya da gidebilecek bir bakım evi yoksa hele. Çoğu kendine bakmaktan aciz. Yalnız kalan erkek tek başına hayatını devam ettirme yeteneğinden yoksun, öğrenmediği yalnızlıkla ve tüm beceriksizliğiyle orta yerde kalakalıyor. Hepsi böyle değil tabii. Becerikli olanları da vardır. Kendi başına yaşayabilecek, evi çekip çevirmek konusunda yeteneği ve isteği olan erkekler gayet rahat, yalnız ve mutlu geçirebiliyor yaşlılıklarını. Ama tabii işin ruhsal boşluğunu ve yalnızlığını nasıl doldurabiliyorlar bilmiyorum. Yaşlanıldığında yaşam savaşından ve ruhsal ağırlıklarından yıkanmış oluyor ya insan. Artık kafası rahat, ruhu dingin. Gençlik hırçınlıkları yok. İyilik, güzellik. Bunu paylaşmak için "hayat arkadaşı" istiyor olmaları anlaşılır bir durum. İki çift laf edebilecek, yalnızlığını paylaşacak. "Aşk gençlik zamanlarındaki gibi acı çektirmiyor, elini sonsuza kadar tutabileceğin birini arıyorsun." Diyorlar mesela... Erkeklerin estetik kaygıları hiç yok. Sokakta bakın erkeklere, ortalama 45 yaşı geçmiş olanların çoğu göbekli ve kel ve yüzleri çizgili. Ama hiç umurlarında değil. Ne saçlarında boya var ne spor yapıp "şu göbeği eriteyim, derdindeler. Ancak doktor uyarırsa ve hayati tehlike varsa diyete ve spora yöneliyorlar. Bazıları 50 yaşında bile olsa kırışıksız, göbeksiz, saçlı ama çoğu genetik miras ya da sağlıklı, stressiz, sporlu, dikkatli beslenilen bir yaşam ürünü. Saçı boyalı, spor delisi ve botokslu erkekler de var elbette ama onlar istisna. Çoğu tevekkül içindeler, teslim olmuşlar doğaya. Hatta saçlardaki ve sakallarındaki akları olgunluk belirtisi görüp daha karizmatik olduklarını düşünüyorlar ki bazı kadınlar için bu durum gayet cazip ve caizdir. Mesela Corcum Kulinim. O mümkünse yaşlansın, saçı sakalı ağarsın, yüzü gözü kırışsın ve bize hep öyle gözlerini kısa kısa, buğulu buğulu bakmaya devam etsin. Seviyoruz! Tamamen kel olanlar da kabul görür oldu son zamanlarda... Yakışıyor çoğuna, doğruya doğru. Her şekilde onlar kadınlar gibi gizleyip saklamıyorlar kendilerini, oldukları gibi ortadalar. Bizim kadar dış görünüşlerini önemsemiyorlar, kozmetiğe, estetik ameliyatlara servet dökmüyorlar. Şöyle bir durum var ki bu bence rahatlıkla genellenebilir bir durum. Andropoz yani "yaşlanan adam sendromu”na girdiklerinde hem hayatla hem kadınlarla ilişkilerinde farklılaşma başlıyor. 50 yaşından sonra kanlarındaki testosteron hormonunun yüzde 25'ni kaybetmeye başlıyorlar. Testosteron sırf cinsellikle ilgili bir hormon değil. Kilo kontrolünün zorlaşması, cesaret, kas gücü, uyku bozuklukları, sosyal aktivite zayıflığı, depresif ruh hali, uyku bozuklukları, cilt değişiklikleri, saç dökülmesi ve tabii cinsel isteksizlik bu hormonun azalmasıyla birlikte ortaya çıkıyor. Yaşam kalitesini düşüren, baş edilmesi güç bir periyoda giriyorlar erkekler de. Tıpkı kadınların menopoz dönemi gibi. Kadınlar da ortalama aynı sıkıntılardan geçiyorlar ama onlar tüm bunlarla baş etmeye çalışıyorlar. Hatta diyebilirim ki etrafımda gördüklerimin en büyük sıkıntısı ateş basması, terleme ve depresif ruh hali. Bunlara da artık medikal çözümler bulundu. Bunun dışında erkekler kadar gençlik aşısı peşinde değiller. İstisnalar var elbette. Erkekler andropoz döneminde, kendilerindeki bedensel ve ruhsal değişimin onları erkek olmaktan uzaklaştıracağı kaygısına ve paniğine düşüyorlar. Ve kendilerini hala genç hissettirecek, hala arzulanabilir olduklarını düşündürecek genç kadınlara yöneliyorlar. Kaybettikleri yaşama arzusunu ve enerjisini geri kazanıyorlar onlarla. Birçoğu aşk ilişkisi oluyor belki ama karşılıklı çıkar ilişkisi yaşayanlar da var. Bakınız: Oldukça yaşlı ve zengin erkeklerin yanlarındaki genç kadınlar... Kadınlar da bu türlü ilişkiler yaşayabiliyorlar tabii, erkekler nasıl genç kadınlarla yenilendiklerini, gençleştiklerini hissediyorlarsa kadınlar da genç erkeklerle aynı duyguyu yaşama isteğinde olabiliyorlar. İnsan doğası. Ama sanırım erkekler kadar fazla değil sayıları. Hem eş kaybında hem de ayrılıkta; ileri yaşlardaysa, genellikle çocukları için yalnızlığı tercih edenler çoğunlukta. Evlenmeyi tercih edenler de var ki son derece normal ve anlaşılır bir durum. Erkek yaş paniği yaşamaya başladığı dönemde, çoluğu çocuğu gözü görmez halde hem evlilikten gidebiliyor hem de eşini kaybettikten sonra neredeyse "kırkı çıkmadan" evlenebiliyor. Erkek ya; kadın olmadan kendine bakamaz. Erkek ya; kadınsız olmaz... Duyup, gördüklerimden, araştırdıklarımdan edindiğim izlenimlerimi yazdım. Şimdi işin asıl muhatapları olan erkeklerin "yaşlanmaktan korkuyor musun?" sorusuna verdikleri cevaplara bakalım... Yaş aralığını geniş tuttum. 17 yaşla 64 yaş arası. Her bir cevap kıymetli, anlamlı, derin, bazıları komik, eğlenceli. İsimsiz olarak yayınlıyorum ve vakit ayırıp, düşündüklerini benimle paylaştıkları için teşekkür ediyorum. 18 Yaş "Ben yaşlanmaktan korkmuyorum şu an:) Yaşım 18, sakallarımın çıkmasını istiyorum" 20 Yaş Ömrümün en güzel dönemindeyim. Bu soruyu hayır diyerek yanıtlayacağım. Her yaşın bir güzelliği olduğu bence aşikâr. Gençliğimi en güzel şekilde ve "hızlı yaşa genç öl" ideasıyla yaşayıp, yaşlılığıma geldiğimde geriye dönüp pişmanlık duymamak istiyorum. Eğer gençliğimi istediğim gibi geçiremezsem; evet, yaşlanmaktan korkarım; çünkü gençliğimi dolu dolu yaşayamamamın burukluğu olur içimde... Bunun dışında yaşlanmaktan korkmam; çünkü hayatın yadsınamaz ve değiştirilemez gerçeklerinden biridir yaşlanmak... 32 Yaş Şahsi olarak şu anda öyle bir korkum yok... Ama tabii erkeklerin korkmasını gerektiren durumlar 50'den sonra ortaya çıkıyor. Yani bir erkek 50 yaşına kadar yakışıklı olabilir. 50'den sonra bekârsa ve karizmatik veya zengin değilse savunmasız bir yaşlılık söz konusu olmaya başlıyor. Ben şahsen 50'ye kadarını düşünmüyorum. Aslında ben fikir almak için pek iyi bir örnek değilim:-) Çünkü konuşacağın örnekler içinde eminim ki en gamsızı ve evlenmekten uzak olanı benim:-) Sonuçta bu değerlendirme evli erkek için daha geçerli sonuçlar verir. 36 Yaş Sorduğun sorunun cevabı hem evet, hem hayır, Şundan dolayı hayır; fiziken yaşanmaktan asla ama asla korkmuyorum:) Şundan dolayı evet; ruhen yaşlanmaktan korkuyorum. :-) 36 yaş Yaşlanmak beden olarak kaçınılmaz ve her geçen gün insanın bedeni yapabildiklerini sınırlıyor. Bu durumu dert etmiyorum sağlığım el verdikçe yaş almak güzel. Her gün yeni tecrübeler ediniyor insan. Yaşlanmak ile ilgili başka kaygılarım var.İşim açısından geleceğe sağlam bir yatırım yapıp is seçebilir duruma gelmek ve beden yaşımın performansımı çok etkilememesini istiyorum. Ruhumu yaşlandırmayı düşünmüyorum :-) 39 Yaş Her yaşın bir güzel ve çekici bir yanı muhakkak vardır. Korkulan yanı fiziki fonksiyonların zayıflayıp, sağlık problemlerinin başlamasıdır. Bazı insanlar kadın ya da erkek yaşlandıkça kendine daha çok bakar, yatırım yapar. Bir nevi fiziki kanunlara meydan okuyuş veya başkaldırış başlar. Sorduğun sorudaki korku da bu olmalıdır bence. Dinç kalındığı ve dinamik olunduğu sürece korkular bastırılır. 42Yaş Yaşlanmaktan tabii ki korkuyorum ama bahsettiğim korku yüzümdeki çizgiler, saç ve sakaldaki aklar değil. Benim yaşlanmaktan anladığım bedensel kısıtlılık ki ondan fena halde korkuyorum! Yoksa saçtaki ve sakaldaki beyazlamayı ben olgunluk, farkındalık ve doğru karar alma yetisinin arttığına dair belirti olarak addediyorum. 42 Yaş Biz 18'lik çıtır değil miyiz? Yaşlılık kim, biz kim? :) Hayatı dolu dolu yaşamak varken yaşlanmayı kim düşünebilir? Ne yaşlanması? Dur, o yaşa gelelim, o zaman düşünürüz :-) 46 Yaş Sanki erkekler 40 üzerinde olunca biraz kaygılar dile gelmeye başlıyor. Zaten 50'den geri dönüşü olmadığından kabulleniyor varlığıyla mutlu olmaya çalışıyor. Ben şu an hızlı bir iş koşturmasında bir şey hissetmiyorum ama eminim ki normal tempoda bir hayatım olsaydı acayip huysuz, çekilmez bir adam olurdum:-) Her şeye bahane ve gerekçe bulan hala 18 yaşıyla yarışan, yaşlandığını kabullenmeyen biri olurdum. :-) 50 Yaş Yaşlanmaktan hiç korkmadım ama 45 sonrası yaşlandığımı hissetmeye başladım. Çok hoşuma gittiğini söyleyemeyeceğim :) 59 Yaş Kendi adıma ya da çevremdekiler adına söyleyebilirim ki; erkekler yaşlılığı bir olgunluk ve saygınlık değeri olarak görürler ve alınan her yaşın kendilerini ölüme bir adım daha yaklaştırdığının veya yapabilirliklerinin azaldığı yorumuna pek bakmazlar. Bazıları bu konuda cinselliği ön plana çıkartarak azalan arzularının altında ezilseler dahi artık cinsel yaşam ister istemez önceliğini gerek fiziksel ve gerekse düşünsel olarak çok gerilerde bıraktığından fazla da akıllarına gelmez ve yorum yapmazlar. Estetik açıdan ise hiç bir saplantıları yoktur. Tabii ki bazı radikaller olabilir ki bunlar sanırım genel değerlendirme içinde değillerdir. Bir başka konu ise, ekonomik kısımdır. Erkekler yaş aldıkça ekonomik açıdan yaşama başladıkları noktadan çoğunlukla daha ilerde olurlar ki bu da onlara daha fazla özgüven verir. Bir laf vardır "Erkekler servetlerini ilk karısına, ikinci karısını da servetine borçludur" :-) 64 Yaş " Yaşlanmaktan korkmak değil de, yaşlı olmaktan korkuyor muyum? Yani kendimden korkuyor muyum ya da “ölüm”den!... Yaşamımın hiçbir döneminde “yaşlılık”la ilgili hiçbir kaygım, sıkıntım, tereddütüm, korkum vs. olmadı desem yeridir. Oldum olası belirli an ve durumlar dışında “gelecek” ve “gelecekte olacaklar” benim gündemimde pek olmadılar. Ben hep şimdinin çocuğu, genci, yetişkini oldum… Erkekliğe gelince; Biyolojik olarak erkek olmam (cinsellik) ötesinde hiçbir özellik, eğilim, yapı ve işleyişimle “erkek” değilim. Erkeksiliği salt yaşam düşmanlığı olarak algılıyor-kavrıyorum.

15 Aralık 2015

Köylü İşte N’olcak?


Pek sevgili blogger arkadaşım, duygusal zekam Ayşe'nin önerisi üzerine, her pazartesi blogdaki eski yazılarımı paylaşıyor olacağım... Bir süre tarihin tozlu raflarından gelecek yazılar. Onun eğlenceli, mükemmel tespitli, duygulu, sazlı sözlü yazılarını okumak için de şu adrese buyurunuz:duygusalzeka




Köy kültürünü severim, köylü severim...
Düzdür onlar, saftır. Alengirli lafları yoktur hiç. Akıllarına gelen dillerindedir, süzülmeden. İçleriyle konuşurlar çoklukla. Dünyaları küçüktür onların. Köyün sınırlarından ibarettir, bilemediniz, bağlı olduğu ilin sınırlarına kadardır. 
Sofralarını açarlar herkese. Tanrı misafiri severler, beklerler. Allah’ın o gün verdiklerine sizi de ortak ederler. Saygı, örf, adet, komşuluk bilirler.
Bayram seyran, doğum, düğün, ölüm bir araya getirir onları her defa.
Bizdeki gibi dünün, günün telaşına kapılıp unutmazlar komşularını, dostlarını. Unuturlarsa, birbirlerine gönül koyandır onlar. Gönülleri kırılacak kadar incedir hala. Biz gibi duvar örmemişlerdir henüz.
Bizim tersimize, onlar küçük şeyleri büyütüp mutlu olmayı bilirler.
Güzeldirler, gürbüzdürler, yanaklarında sağlık görürsünüz. Tavuklarının yumurtası, ineklerinin, koyunlarının sütü, peyniri, tereyağı besler onları. Birbirlerine iyi bakarlar onlar.
Kalplerinin iyiliğini görürsünüz yüzlerinde.
Elbet onlar da insandır, vardır zaafları, vardır içlerinde kötü içlisi, pis ağızlısı, dedikodulusu...
İyi ve kötünün olduğu her yerde olan, onların içlerinde de vardır. Bazı bazı kötülükleri varsa, köylü oluşlarından değil, insan oluşlarındandır.
Melek ve şeytan herkesin sağında solunda. Köylü- şehirli seçmiyor.
Sadece kendi dünyasındakini bildiğinden, bozulmamışlığından, büyük şehirdeki “dönme dolapların” habersizliğinden; bir gününü sadece çalışıp, para kazanarak kurtarmayı düşündüğünden köylü “temiz”dir.
Eğitilmemiştir, eğitememiştir kendini. Hatalara düşmelerin sebebi bundandır.
Atalarından duyduklarının izini sürer yazık ki…
Gelişecek, genişleyecek yerleri yoktur ama içlerinden okumaya gönüllenmişler çıkar, aile de arkasında durursa okur “büyük adam” olurlar... Vefalıdırlar, unutmazlar.
Yıllar sonra döner, köylerine iz bırakırlar kendilerinden.
Birkaç arkadaşımın kötü bir şeyi betimleyecekleri zaman “o ne öyle köylü gibi!” diyerek burun kıvırdıklarını görmüşlüğüm var.
Dokunur bu bana... Ezer içimi her sefer.
Avrupa Yakası dizisinde saz çalan çocuk vardı ya, hani yüzünü bir türlü göremediğimiz, en dramatik, en arabesk anlarda sazını konuşturan...
Gülse Birsel’i hatırlayın: “Amaan nerden çıktı bu saz yine, dıngırı dıngırı” diye yüzünü ekşitir, pis bir şey koklamış gibi burulurdu.
Buna da içim burulurdu her duyduğumda...
Zaten Nişantaşı kültürüyle taban tabana zıttır köylü kültürü...
Onlar Nişantaşı kültürüne burun kıvırmazlar hiç.
Bilmezler bu duyguyu, burun kıvırmayı bilmezler.
Diyeceğim; köy kültürünü tanırım, severim ve sahip çıkarım.
Televizyonda köylülerle yapılan sohbet programları vardır. Kadınlar yemek yapar, programcı gider katılır onlara, konuk olur, oturur sofralarına. Sıcak, komik, içten, sevgili sohbetler eder onlarla...
Bazen yaylalara çıkarlar, yaşlı ama genç amcalarla, teyzelerle yüz güldüren iki çift laf ederler.
Şarkı, türkü söyletirler, horon teperler birlikte.
Rastladığım her defa huşu içinde, gülümseyerek izlerim… İçim ısınır, temizlenir.
Tavsiye ederim...
Yakalayınca, kalın oldukları televizyon kanalında.
İsli puslu dünyamızdan kopup, şeffaf, ışıklı dünyalarına konukluğunuzun tadı damağınızda kalacak...
Son sözüm:
Köylü işte n’olcak, demeyin benim olduğum yerde olmaz mı?
Saklayın içinizde diyecekseniz de...
Hala safiyetlerini koruyan, hala kendiliğinden “insan” olmaya azmeden insanlarıma laf etmeyin n’olur...
Olur mu?
Olur olur...


07 Aralık 2015

Olduğum Gibi Sev Beni



Dostumsan olduğum gibi sev beni...
"Seni 'olduğun gibi seven' insan için iyi gün, kötü gün yoktur.
Ne zaman yanında olması gerekiyorsa o zaman yanında olur…"
Cemal Süreya demiş.
Ben de dedim ki:
Dostluk için doğru.
Kadın-erkek için değil.
O türlü ilişkinin abc'si olmalı…
Dostluksa, birbirimizi her şartta anlarız, her söz göğsümüzde yumuşar.
Tabii ki hiçbir ilişkide sınırsızlık yok, elbette ki görünmez çizgilerle sınırlanmışlık var.
Ama son tahlilde; dosta anlayışımız, sabrımız, özverimiz, sevgimiz bitimsiz.
Beklentisiz dost sevmek.
Sitemsiz.
Ben bilirim o beni sever, sitem etmem aramadın, sormadın, diye.
Vardır başka sebebi, ilişkimizin sağlamlığına güvenimden ses etmem. Kendimden bilmem sessizliğini.
Ha, çatlak varsa, güven eksikse, yanlış anlamalarla doluysa ilişki, sitem kendiliğinden çıkar dışarı.
Benim dostum, sevdiceğim, bileyim ki iyi.
O zaman ben de iyiyim.
Yeterince.
Dostumsan, seni olduğun gibi severim. İçindeki labirentin en karanlık dip köşelerine kadar severim hem de. Bana yanlışın olmaz.
Kendine ya da başkasına yapabildiğin yanlışlarına kadar severim ben seni.
Kabul ederim; bana gelene kadar elinde, cebinde, kalbinde, aklında, ruhunda ne getirdiysen başımın üstüne…
Beni üzmezsin, sevincimden ben kadar sevinerek sevindirirsin.
Ben ağlarken sen de ağlarsın ben kadar yanarak.
Sen de iyi olduğumu bilerek yetinirsin.
Dostluk yetinmek zaten. Fazlasını istememek, beklememek, yük yüklememek.
Sevgi dilenmezsin dostundan. İlgi istemezsin. O zaten orada durup durur sevgisiyle, ses istediğinde üstüne yağdıracağı özeni, ilgisiyle.
Emek vermek için çabalamaya gerek yoktur hiç.
Gerekti mi?
Seve seve. Canla başla.
İlişkiyi canlı tutmak için iletişim lazım gelir elbette. Ama "lazım" gibi değil. İçinden geldiğinde. Üzerinden yıl geçse de “sesini duyduğuma sevindim” diyebilen dost.
Güven kendine. Ben seni seviyorum. Aramasam da. Sesimden anlarsın sen aradığında. Yazmasam da, iki satır kelamımdan anlarsın sen yazdığında.
Sevilecek olduğuna inanıyor musun? Aramızdakilerin bizi nasıl, ne şartlarda birbirine yapıştırdığını benim kadar biliyorsun değil mi? Ortaklıklarımızı, baktığımız aynaların aynılığını, içimizi, dışımızı.
O zaman sorma bana bir şey.
Ben seni seviyorum.
Sen benim dostumsun.
Dostum olmayanlara mesafem onlarınki kadar.
Kalbim temiz hepsine.
Dilim de.
Kendi temizlikleriyle geliyorlarsa kalbime, yerleri hazır. Yıllanırız birlikte.
Kadın erkek ilişkisi dostluk gibi değil. Ona abc lazım, dedim.
Kadınla erkeğin olduğu yerde sınırsız anlayış, beklentisizlik, sabır olmuyor işte. Olamıyor.
Kadın, kadın olduğunu bilsin diye erkeğin yanında, erkek de erkek olduğunu bilsin diye kadınla.
Birbirlerine sadece sevilebilir insanlar olduklarını hissettiriyorlarsa, zaten kadın-erkek olarak bir arada oluşun anlamı yok.
Bunu dostlar fazlasıyla yapıyorlar, sevilebilir olduklarını, ne kıymetli olduklarını zaten her daim hissettiriyorlar.
Ama dostluk cinsiyetsiz.
Kadın- erkek cinsiyetli.
Bir arada.
Niye?
Bir aradayken, dünyaya ayrı cinslerde geldiklerine şükredebilsinler diye.
Şükrediliyor belki bir zaman.
Sonra sonra gelinen yere bakın;
“Seni sevmeyene asla sabır gösterme. Çünkü sabrının adı yüzsüzlük, fedakârlığın adı eziklik, sevginin adı kişiliksizlik olur.” demiş biri. Zaman dolmuşsa, doğru.
Yüzsüzlük, eziklik, kişiliksizlik kadına mı yakışır, erkeğe mi?
İnsana yakışmaz.
Anlayışlı olmak lazım her türlü ilişkide. Elbette.
Anlamamak olmaz, dinlememek, hak vermemek olmaz.
Sabırlı olmak da lazım. Tabii.
Beklemeyi bilmek. Beklerken sabretmek. Susmak.
Fedakârlık da ister bazen. Mutlaka.
“Ben” olmamak lazım. “O” da var çünkü. Bir sen, bir o.
Hepsine evet.
Ama artık birlikte baktığınız ayna buğulanmışsa, sırrı gitmişse hatta…
Sabrın, fedakârlığın, sevgin boyunu aşmışsa…
Varlık hep yokluksa, hep boşluksa, hep sessizlikse…
Bir taraftan gelen sesle sesleniyorsa ortalık.
“Senle de, sensiz de” olunmuşsa.
Sensiz olmazken…
Anne sözü iyi gider buraya:
"İstendiğin yere erinme, istenmediğin yere görünme."
Kadın da adam da mümkünse alsın kendini gitsin görünmemesi gerektiği yerden isteneceği yere. Erinmeden.(1)
Yüzsüz, ezik, kişiliksiz hissettirilmeyeceği; şefkatle, aşkla sarılıp sarmalanacağı, özenle, ilgiyle "sensiz olmaz"ın atomlarına kadar hissettirileceği yere doğru.
O yer aramadan da bulunur.
Kadın adamı, adam kadını bulacağı varsa bulur. Yerinde, zamanında, saatinde.
İlahi düzene müdahale edebildi mi kimse?
Belki öyle bir yer bir daha hiç yok. Belki var. Kimse bilmiyor.
Var olacaksa eğer, zamanı bellisiz de olsa, belki hiç olmayacak da olsa; varlığın yokluğundan iyidir.
Varken yokluktan.
Var olana yeten yetiyorsa, yokmuş gibi hissettiriyorsa, "olsa da olur, olmasa da" hatta.
Anlayış, sabır bitiyor.
Sevgisini alıp gidiyor giden.
"Sevmek yetmiyor"u anlayarak.
Sevmek yetmiyor ama bitiyor mu?
Ve hatta “Ne kadar kalmak istesek de bazen gitmek zorunda kalırız. Ve ne kadar gitmek zorunda olsak da, kalmaktan yanadır sol yanımız”. (2)
Olmuyor mu?
Arafta durup sabretmişizdir. Gidelim mi, kalalım mı? diye.
Nihayetinde sol yanımızın ağırlığıyla devrilip kalmışızdır olduğumuz yere, bir arpa yol gitmeden.
Ama ne yapılacak, ne beklenecek, ne sabredilecek kalmayınca elde…
Giden gidiyor.
"Rağmen" olan her şeye rağmen…
Gitmemeye değen yıllara…
Belki o “iki”nin “bir” oluşunun eşsizliğine...
Seviyorken, oradayken, orada ve seviyor oluşu sevmeye...
Kadının da erkeğin de kendine sır bin sebebine rağmen...
Giden gidiyor.
Gidebilen gidiyor.
Gidebileceği zaman çıkıp gelince.
Planlamadan, istemeden bile belki. Öylesine.
Birikmişlerin hiç anlamadan taşırdığı son damlayla.
Damlanın ne zaman damlayacağı belirsiz. Kadında başka, erkekte başka.
İkisinde de cinsine has kendi sebepleriyle.
Kendi zamanlarında.
Sıra neye gelir?
Unutmaya.
“Birisini unutmak zorundaysanız, bunu sindire sindire yapın. Çünkü aklın zamansız öldürdükleri, yürekte amansız dirilir.(3)
Zaman…
İçinde kadınlı erkekli kalbi kırıkların, sevdiceklerini artık yaşarken göremeyenlerin, sıkıntıda, darda, kederde olanların tünelin ucunu dört gözle bekledikleri dipsizlik.
Zaman...
Sana teslim olmuşları ışığa çıkar.
Temizle, akla, pakla, kırkla.
Yeniden doğur kalplerini, ruhlarını.
Tertemiz.
Bir daha yaslamasınlar sırtlarını sana, senden aman beklemesinler.
Sen ak git içlerinden, güzel yüzlerinden, mutlu gözlerinden.
Gözlerini mutlandır, yüzlerini güzelle, içlerini temizle.
Ak, git.
Sindire sindire unuttur.
Olanı, biteni, gideni.
1-Erinmek: Üşenmek
2-Aziz Nesin
3-Paul Auster
Fotoğraf: Ayşe Selcen Güçhan
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...