Arkadaşıma yazdığım
bir mektup bu. Ben varım içinde. Biz, aslında...
**
Küçükken,
ilkokuldayken gök gürültüsünden çok korkardım ben.
Bir kere babacığımın
iş yerinden eve dönerken yakaladı homur homur gök! Yağmur bardaktan boşalıyor,
şimşekler çakıyor!
Öyle korkmuştum
ki! “Şimşek çakınca yere yatmak gerekir” demiş bir aklı evvel, ben de inanmışım.
O geldi aklıma o anda, boylu boyunca yola uzandım bildiğim bütün duaları
ederek… Yoldan da oluk oluk su akıyor. Bir şey değil, şimşekten kaçarken sele
kapılıp boğulacağım! :-)
Eve gittim, su iç
organlarıma kadar girmiş halde! Annemle olan karşılaşmamı hatırlamıyorum doğrusu…
Saçımı okşayıp, sakinleştirmiş miydi, yoksa sularda yuvarlandım diye kızıp bağırmış
mıydı?
Yeni nesil
çocuklar şanslı. Her şartta öpülerek, koklanarak, bağırlara basılarak
sakinleştiriliyorlar. Düştüler mi? Bir şey mi kırdılar? Ne gam? Onlara bir şey
olmasın. Biz düşüp bir yerimizi kanatsaydık bir ton laf yerdik, niye dikkat
etmedik, diye.
Annem de ne yapsın? Dört çocuk. Her birinin derdi,
yaşı, huyu farklı. İyi kotarmış yine de.
Malum, onların zamanında görümce, kayınvalide, kayınpeder, bütün sülale
birlikte yaşarlarmış. Hazır çocuk bezi, tam otomatik bulaşık-çamaşır makinaları,
mamalar, çeşit çeşit emzikler, biberonlar nerede? Tuvalet bile dışarıda köy
yerinde…
Annemler beni erkek diye beklemiş biliyor musun?
Babacığım anneme, ne geçmiş olsun ne de gözün aydın dememiş kız olduğumu
görünce. Hoş karşılanmamışım pek. :-)
Evin en sevileni, en büyük ablamdı. Babam için
başkaydı. Benim de idolümdü. Hayrandım ona.
Öyle şeyler yaşadık ki bilsen… Ablam 17 yaşında
evlendi. Kocasına kaçtı, koşarak gitti! Laf
aramızda, beni de posta güvercini olarak kullandılar!
9-10 yaşındayım, ufacığım, tefeciğim, kara kuruyum,
miniciğim. Dinle komediye bak: Müstakbel
enişte, ablamın koşarak evlendiği kişilik, ablama mektup yazıyor. Mektuplarını ben getirip götürüyorum. O gün
de okuyorum mektubu. (Ne hain bir güvercinmişim, kanadımı yolmak lazımmış! Aslında
annem nerdeyse yoluyordu da zor aldılar elinden!)
Mektupta ablamı o gece kaçıracağı yazıyor. Ablama
veriyorum mektubu ve diyorum ki “beni de götüreceksin, yoksa anneme söylerim!”
(Bıkmış mıyım yaşadığım hayattan, maceramı arıyor muşum neymiş?) Ablam “tamam”
diyor. Gece yatıyoruz. Bir yarı kalkıyoruz annemin çığlıklarıyla. Ablam yatağında
yok!
Uyku sersemi “n’oluyor” diye bakınıyorum etrafıma,
yarı kapalı gözlerle, şaşkın şaşkın… Babam, ortanca ablam, abim herkes bir
tarafta bağırıyor, annem ağlıyor! Komşular geliyor sesimize! Ben de, bir zahmet
kendime geliyorum ve ablama sinir oluyorum!
Hani beni de götürecekti?
Yalancı!
Telefon trafiği
başlıyor. Annem müstakbel eniştenin akrabalarını arıyor. Onlara sayıp sövüyor.
Onlar da topun ucuna beni koyup, fitili ateşliyor ve diyorlar ki “Bize kızma,
Nuray’a kız! Onun haberi vardı. Mektuplarını o götürüp getiriyordu!” (Onlar da
insan değilmiş yalnız! Minnacık bir kız, gözünden, kulağından alevler fışkıran
annenin kucağına verilir mi? İnanamadım, veriliyormuş!) :-)
Annem bunu duyunca
ağır çekimde telefonu fırlatıyor ve üstüme doğru atılıyor. Anneciğime Atıl Kurt
diyeceğim şimdi, ayıp olacak:-) Ama yani yakalasa, şimdi sana yazıyor
olamayacağım. O kadar! Neyse ki komşularımız insaniyetli çıkıyorlar. Beni alıp
evlerine götürmek suretiyle, olay yerinden bir süreliğine uzaklaştırıyorlar.
Duvarlarımızın komşu olduğu komşu evde uyuya kalıyorum
ağlarken… Uyanıyorum, zannediyorum ki hiçbir şey olmamış. Öyle mutlu oluyorum
ki! Sonra, annemin ağlayan sesini duyuyorum ve başımdan aşağı kaynar sular
dökülüyor. Allah’ım, keşke rüya olsaydı, diyorum… Olmuyor...
Sonra yaşananlar kayıtlardan silinmiş. Tek kare
fotoğraf, bin bir güçlükle ailelerin bir araya geldiği nikâh töreni ve mutsuz,
asık suratlar.
Ablam ilk bir-iki yıl mutluydu… Sevdiği adamla
evlenmişti. Sonraki yıllar aynı mutlulukla gelmedi. Yeğenim doğdu. Bir süre
sonra başka bir ilçeye taşındılar. Ablam çalışmaya başladı için yeğenime bakmak
bize düştü. Bazen ortanca ablam, bazen annem, yeğenim için büyük ablama
giderlerdi. Ben, yaz tatillerinde.
Yıllar geçti, bıçak kemiğe dayandı ve ablam koşarak
gittiği kocasından ayrıldı. İki evladına harika bir anne-baba şimdi.
Abim ve ablam, büyük ablamın yanında olduğu
zamanlardan bir zaman, eve geri dönerlerken kaza geçiriyorlar… Abim alnından
hafif, ablam gözünden ağır yaralanıyor. Sayısız ameliyat geçiriyor sonrasında.
Ablam gözünde ve yüzünde sonsuza kadar kazanın izini taşıyacak, gözyaşı kanalından
her daim gözyaşı sızacak olmasına rağmen kendiyle barışık, mutlu yaşam savaşçılarından
biri oluyor...
Onun hikâyesi de başkadır… İstanbul’a geliyor biz
memlekette yaşarken. Burada teyzemde kalıyor. İş buluyor kendine. Bir gün
otobüsle işten eve dönerken, şoför fren yapıyor. Ablam çığlık atıyor. Sonra
otobüstekilerden utanıyor. Eve geliyor.
Bir kaç gün geçiyor. Ruh sağlığı bozulmaya başlıyor. Tuhaflaşıyor. Ve bundan
sonra, yıllar süren, değişik seyirler gösteren, bütün aileyi kederden eriten
bir döneme giriliyor. Bin bir tedavi, hacılar hocalardan medet ummalar...
Ankaralar, İstanbullar, İzmirler… Doktorlar, terapiler, hastanede yatmalar...
Hastaneye gitmemek için direnmeler, Ankara-İstanbul arası yolculukların mola
yerlerinde otobana kaçmalar, intihara teşebbüsler… En sonunda İstanbul’da bir
doktorla tanışma ve bu doktorla birlikte iyileşme dönemine girme. Zaman içinde
tam iyileşme gösterme. Sonrasında yapılan bir evlilik. Bir erkek evlat. Ve
birkaç yıl sonra bir boşanma vakası daha... Simdi o da oğluna anne-baba.
Birlikte mutlu mesut yaşıyorlar.
Ailede hepimiz
farklı derslerle büyüdük, geliştik, güçlendik. Her birimizin öğretmeni,
öğretileri farklıydı. Savaşımız, direncimiz…
Direnemeyen,
öğrenemeden, güçlenemeden, dayanamadan bir an önce gitmek isteyen abimdi.
Gitmek isteyen abimin direnememesine, öğrenememesine, güçlenememesine
dayanamayan da babamdı. Babam dayanmak istedi aslında ama adı hiç lazım olmayan
hastalık aldı onu. O gitmek istemedi eminim!
Oğlan olmadığı
için doğumuna bile sevinemediği küçük kızı, doktorun “Evinize götürün, artık
bizim yapacağımız bir şey yok” demesiyle çılgına döndü ve asla kabul etmedi
söylenenleri. Onu eve götürmek, babasının sonsuza gidişine onay vermek, kabul
etmek demekti. Buna izin veremezdi!. Babası hastanede kalacaktı. Hiç değilse
ağrıları dindiriliyordu orada. Hem bir ümit, belki hastanede daha fazla yaşatırlardı
onu…
Hastane öncesi
babası evde bakılıyordu. Küçük kız babasını ziyaretten dönerken, her ama her
ayrılışta babasını öptüğü halde “bir daha göremezsem” diye geri dönüp tekrar
öpüyordu. Bir gece önce, annesiyle birlikte hastanede babasının yanında kalmıştı.
Sabah işe gitmeden, hastanenin karşısındaki çorbacıdan ona mercimek çorbası almıştı.
Kendi elleriyle yedirmişti en sevdiği çorbayı. Sonra öpmüştü, sarılmıştı ama
her zaman yaptığı gibi geri dönüp bir daha öpmemişti.
Akşam eve gelen
telefonla baba evine gitti tekrar. Ama baba hala hastanedeydi. Nefessiz. Erkek
doğmayan kızın elinde kor, gözünde çağlayan gibi pişmanlık kalmıştı. Niye babasını
dönüp bir kere daha öpmemişti ki?
Abim gitmeden hepimizi öpmüş. Mektup yazmış bize.
Öptüğünü yazmış. Daha birçok şey… Neyse ki o benim gibi pişman olmamış öpmedim
diye. Ama gittiğine pişman olmuştur mutlaka...
Bayramlarda abimi ve babamı ziyarete gideriz. En
çok üzüldüğüm, babamın tombik ellerinden artık öpemediğim, bayramını kutlayamadığım.
En çok kızdığım, abimin çekip gittiği. Yirmi bir yaşında hem de.
Başucundaki beyaz
taşta fotoğrafı var, onu çektirdiği gün, beyaz taşın üstüne konacağını
bilmediği fotoğrafı. Gözlerinin tam içine kızgın kızgın bakmıştım bir defa! O
da kızardı kendine ben olsa… Belki zaten kızmıştır kendine sonra ama çok geç…
Öyle boşalıyor ki
her şeyin içi onlara gidince… Öylece durup duruyorum başuçlarında…
Sessiz kalabalık…
Abimin isteyerek,
babamın istemeyerek dâhil olduğu sepsessiz kalabalık…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder