Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

14 Kasım 2007

Sepsessiz Kalabalık

Arkadaşıma yazdığım bir mektup bu. Ben varım içinde. Biz, aslında...
**
Küçükken, ilkokuldayken gök gürültüsünden çok korkardım ben.
Bir kere babacığımın iş yerinden eve dönerken yakaladı homur homur gök! Yağmur bardaktan boşalıyor, şimşekler çakıyor!

Öyle korkmuştum ki! “Şimşek çakınca yere yatmak gerekir” demiş bir aklı evvel, ben de inanmışım. O geldi aklıma o anda, boylu boyunca yola uzandım bildiğim bütün duaları ederek… Yoldan da oluk oluk su akıyor. Bir şey değil, şimşekten kaçarken sele kapılıp boğulacağım! :-)
Eve gittim, su iç organlarıma kadar girmiş halde! Annemle olan karşılaşmamı hatırlamıyorum doğrusu… Saçımı okşayıp, sakinleştirmiş miydi, yoksa sularda yuvarlandım diye kızıp bağırmış mıydı?
Yeni nesil çocuklar şanslı. Her şartta öpülerek, koklanarak, bağırlara basılarak sakinleştiriliyorlar. Düştüler mi? Bir şey mi kırdılar? Ne gam? Onlara bir şey olmasın. Biz düşüp bir yerimizi kanatsaydık bir ton laf yerdik, niye dikkat etmedik, diye.

Annem de ne yapsın? Dört çocuk. Her birinin derdi, yaşı, huyu farklı.  İyi kotarmış yine de. Malum, onların zamanında görümce, kayınvalide, kayınpeder, bütün sülale birlikte yaşarlarmış. Hazır çocuk bezi, tam otomatik bulaşık-çamaşır makinaları, mamalar, çeşit çeşit emzikler, biberonlar nerede? Tuvalet bile dışarıda köy yerinde…

Annemler beni erkek diye beklemiş biliyor musun? Babacığım anneme, ne geçmiş olsun ne de gözün aydın dememiş kız olduğumu görünce. Hoş karşılanmamışım pek. :-)

Evin en sevileni, en büyük ablamdı. Babam için başkaydı. Benim de idolümdü. Hayrandım ona.
Öyle şeyler yaşadık ki bilsen… Ablam 17 yaşında evlendi. Kocasına kaçtı, koşarak gitti!  Laf aramızda, beni de posta güvercini olarak kullandılar!

9-10 yaşındayım, ufacığım, tefeciğim, kara kuruyum, miniciğim. Dinle komediye bak:  Müstakbel enişte, ablamın koşarak evlendiği kişilik, ablama mektup yazıyor.  Mektuplarını ben getirip götürüyorum. O gün de okuyorum mektubu. (Ne hain bir güvercinmişim, kanadımı yolmak lazımmış! Aslında annem nerdeyse yoluyordu da zor aldılar elinden!)

Mektupta ablamı o gece kaçıracağı yazıyor. Ablama veriyorum mektubu ve diyorum ki “beni de götüreceksin, yoksa anneme söylerim!” (Bıkmış mıyım yaşadığım hayattan, maceramı arıyor muşum neymiş?) Ablam “tamam” diyor. Gece yatıyoruz. Bir yarı kalkıyoruz annemin çığlıklarıyla. Ablam yatağında yok!
Uyku sersemi “n’oluyor” diye bakınıyorum etrafıma, yarı kapalı gözlerle, şaşkın şaşkın… Babam, ortanca ablam, abim herkes bir tarafta bağırıyor, annem ağlıyor! Komşular geliyor sesimize! Ben de, bir zahmet kendime geliyorum ve ablama sinir oluyorum!

Hani beni de götürecekti?

Yalancı!

Telefon trafiği başlıyor. Annem müstakbel eniştenin akrabalarını arıyor. Onlara sayıp sövüyor. Onlar da topun ucuna beni koyup, fitili ateşliyor ve diyorlar ki “Bize kızma, Nuray’a kız! Onun haberi vardı. Mektuplarını o götürüp getiriyordu!” (Onlar da insan değilmiş yalnız! Minnacık bir kız, gözünden, kulağından alevler fışkıran annenin kucağına verilir mi? İnanamadım, veriliyormuş!) :-)
Annem bunu duyunca ağır çekimde telefonu fırlatıyor ve üstüme doğru atılıyor. Anneciğime Atıl Kurt diyeceğim şimdi, ayıp olacak:-) Ama yani yakalasa, şimdi sana yazıyor olamayacağım. O kadar! Neyse ki komşularımız insaniyetli çıkıyorlar. Beni alıp evlerine götürmek suretiyle, olay yerinden bir süreliğine uzaklaştırıyorlar.

Duvarlarımızın komşu olduğu komşu evde uyuya kalıyorum ağlarken… Uyanıyorum, zannediyorum ki hiçbir şey olmamış. Öyle mutlu oluyorum ki! Sonra, annemin ağlayan sesini duyuyorum ve başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Allah’ım, keşke rüya olsaydı, diyorum… Olmuyor...

Sonra yaşananlar kayıtlardan silinmiş. Tek kare fotoğraf, bin bir güçlükle ailelerin bir araya geldiği nikâh töreni ve mutsuz, asık suratlar.

Ablam ilk bir-iki yıl mutluydu… Sevdiği adamla evlenmişti. Sonraki yıllar aynı mutlulukla gelmedi. Yeğenim doğdu. Bir süre sonra başka bir ilçeye taşındılar. Ablam çalışmaya başladı için yeğenime bakmak bize düştü. Bazen ortanca ablam, bazen annem, yeğenim için büyük ablama giderlerdi.  Ben, yaz tatillerinde.
Yıllar geçti, bıçak kemiğe dayandı ve ablam koşarak gittiği kocasından ayrıldı. İki evladına harika bir anne-baba şimdi.

Abim ve ablam, büyük ablamın yanında olduğu zamanlardan bir zaman, eve geri dönerlerken kaza geçiriyorlar… Abim alnından hafif, ablam gözünden ağır yaralanıyor. Sayısız ameliyat geçiriyor sonrasında. Ablam gözünde ve yüzünde sonsuza kadar kazanın izini taşıyacak, gözyaşı kanalından her daim gözyaşı sızacak olmasına rağmen kendiyle barışık, mutlu yaşam savaşçılarından biri oluyor...

Onun hikâyesi de başkadır… İstanbul’a geliyor biz memlekette yaşarken. Burada teyzemde kalıyor. İş buluyor kendine. Bir gün otobüsle işten eve dönerken, şoför fren yapıyor. Ablam çığlık atıyor. Sonra otobüstekilerden utanıyor.  Eve geliyor. Bir kaç gün geçiyor. Ruh sağlığı bozulmaya başlıyor. Tuhaflaşıyor. Ve bundan sonra, yıllar süren, değişik seyirler gösteren, bütün aileyi kederden eriten bir döneme giriliyor. Bin bir tedavi, hacılar hocalardan medet ummalar... Ankaralar, İstanbullar, İzmirler… Doktorlar, terapiler, hastanede yatmalar... Hastaneye gitmemek için direnmeler, Ankara-İstanbul arası yolculukların mola yerlerinde otobana kaçmalar, intihara teşebbüsler… En sonunda İstanbul’da bir doktorla tanışma ve bu doktorla birlikte iyileşme dönemine girme. Zaman içinde tam iyileşme gösterme. Sonrasında yapılan bir evlilik. Bir erkek evlat. Ve birkaç yıl sonra bir boşanma vakası daha... Simdi o da oğluna anne-baba. Birlikte mutlu mesut yaşıyorlar.

Ailede hepimiz farklı derslerle büyüdük, geliştik, güçlendik. Her birimizin öğretmeni, öğretileri farklıydı. Savaşımız, direncimiz…

Direnemeyen, öğrenemeden, güçlenemeden, dayanamadan bir an önce gitmek isteyen abimdi. Gitmek isteyen abimin direnememesine, öğrenememesine, güçlenememesine dayanamayan da babamdı. Babam dayanmak istedi aslında ama adı hiç lazım olmayan hastalık aldı onu. O gitmek istemedi eminim!

Oğlan olmadığı için doğumuna bile sevinemediği küçük kızı, doktorun “Evinize götürün, artık bizim yapacağımız bir şey yok” demesiyle çılgına döndü ve asla kabul etmedi söylenenleri. Onu eve götürmek, babasının sonsuza gidişine onay vermek, kabul etmek demekti. Buna izin veremezdi!. Babası hastanede kalacaktı. Hiç değilse ağrıları dindiriliyordu orada. Hem bir ümit, belki hastanede daha fazla yaşatırlardı onu…

Hastane öncesi babası evde bakılıyordu. Küçük kız babasını ziyaretten dönerken, her ama her ayrılışta babasını öptüğü halde “bir daha göremezsem” diye geri dönüp tekrar öpüyordu. Bir gece önce, annesiyle birlikte hastanede babasının yanında kalmıştı. Sabah işe gitmeden, hastanenin karşısındaki çorbacıdan ona mercimek çorbası almıştı. Kendi elleriyle yedirmişti en sevdiği çorbayı. Sonra öpmüştü, sarılmıştı ama her zaman yaptığı gibi geri dönüp bir daha öpmemişti.

Akşam eve gelen telefonla baba evine gitti tekrar. Ama baba hala hastanedeydi. Nefessiz. Erkek doğmayan kızın elinde kor, gözünde çağlayan gibi pişmanlık kalmıştı. Niye babasını dönüp bir kere daha öpmemişti ki?
Abim gitmeden hepimizi öpmüş. Mektup yazmış bize. Öptüğünü yazmış. Daha birçok şey… Neyse ki o benim gibi pişman olmamış öpmedim diye. Ama gittiğine pişman olmuştur mutlaka...

Bayramlarda abimi ve babamı ziyarete gideriz. En çok üzüldüğüm, babamın tombik ellerinden artık öpemediğim, bayramını kutlayamadığım. En çok kızdığım, abimin çekip gittiği. Yirmi bir yaşında hem de.
Başucundaki beyaz taşta fotoğrafı var, onu çektirdiği gün, beyaz taşın üstüne konacağını bilmediği fotoğrafı. Gözlerinin tam içine kızgın kızgın bakmıştım bir defa! O da kızardı kendine ben olsa… Belki zaten kızmıştır kendine sonra ama çok geç…

Öyle boşalıyor ki her şeyin içi onlara gidince… Öylece durup duruyorum başuçlarında…
Sessiz kalabalık…
Abimin isteyerek, babamın istemeyerek dâhil olduğu sepsessiz kalabalık…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...