Bir anne. Bir kız.
Kız, Güzel Sanatlar’da Seramik okuyor. İyi derecede İngilizce ve Almanca biliyor. Anne-baba doktor.
Yaşanması şart, beş uzun yılın ilk dakikaları. Banyoda şofben kazasına uğrayanlardan oluyor üniversiteli kız. Beyin hücrelerinin tamamına yakını ölüyor ama kız bitkisel yolla da olsa direniyor. Gitmiyor bir yerlere. Anne de onunla kalıyor. Ama baba gidiyor. Giderken de diyor ki “dünyaya bir kere gelinir.”
Bu, baba için “motto”. İşte o yüzden gidiyor. Anne kalıyor ve
çocuğunun sıfır kilometre hafızasına, onca yıl öğrendiği herşeyi, yaşadıklarının her bir kelimesini yeniden ekmeye başlıyor. Ustaca, sevgiyle, sabırla, cesaretle, sevinçle tam beş yıl boyunca kızını hazırlık sınıfı seviyesine getiriyor. Sıraya ilkokul ve lise eğitimini koyuyor. Sonra yine, yeniden, hayatı bıraktıkları yer; üniversite.
“Kızım resmen ölmüştü. Onu mezardan çıkardım, adeta ana rahminde yeniden büyüttüm” demiş Hale anne...
Haberi okuduğumda fena oldum... Onlar yaşarken neler hissettiler, hissetmekteler kimbilir?
Neslihan bitkisellikten çıkıp, çocuk hayata geçiyor.
Tuvalet alışkanlığı, konuşma, yürüme yetilerini geri kazanıyor annesi sayesinde. Doktorların bile ümidini kestiği Neslihan, annesinin kendisini yeniden doğurup, büyüttüğünü hatırlayacak bilince gelecek umarım ki...
Kendi hayatının peşinden giden Ahmet baba... Neler hissetti acaba? Nasıl bir kaçıştı bu? İçinde dingin bir deniz olduğunu sanmıyorum... O da kendi dalgalarında boğulup, can bulmuştur yeniden, kimbilir kaç kez...
Belki silmiştir, o da yitirmiştir hafızasının anne kıza dair olan kısmını... Bilmiyoruz. Ne yaşadı, yaşamakta bilmiyoruz.
Tabii ki tek babalar değil bırakıp giden, savaşma gücünü bulamayan, yaşamın tekliğini içine sindirmiş.
Maalesef ki anneler de var Ahmet babayla aynı hissiyatta...
Anneyim ben, babalığın ne olduğunu bilmiyorum. Babalık da anneliğin ne olduğunu bilmiyor doğal ki...
Kadın ve erkeğin birbirlerini varoluştan beri bilemedikleri, yokoluşa kadar bilemeyecekleri gibi...
Sormuşumdur bu soruyu çoklukla...
Babalar, anneler kadar hissedebiliyorlar mı acaba? Herşeyi, çocuğa ait herşeyi...
Düşünün, hamilelikten başlayın; bebek haberini aldıktan sonra, içinde başka bir canlıyla birlikte nefes alan ve bunu hisseden anne.
Bebek dünyada nefes almaya başladıktan sonra, içinde yuvarlanıp tekme atan, bazen can yakan minik ayakları, elleri, kolları, dirsekleri özleyen anne.
Bebek emzirmek gibi bir ulviyetle donatılan anne.
Bunların hepsi, bebeğin anneye “hissettirdikleri”. Birebir hem de.
Baba, anne ve bebeğin ne kadar yakınında? Çok yakınında. Annenin herşeyine koşturuyor. Bir dediğini iki etmiyor. Bebeğin bakımıyla son derece ilgili. Sorumluluklu, sevgi dolu, ilgili bir baba. Eminim ki içinde sonsuz, coşkun, çocuğuna baktığında gözü dolan, çocuğunu “anne şefkatiyle” seven bir baba.
Ama hala anne ve bebeğin dışında bence...
İkisi arasındaki, bebeğin anne rahmine düşüşünden, annenin cennete gidişine kadar sürede inşa edilen köprü, yine ikisine ait sadece. Baba geçebilir o köprüden ama sahip; anne ve çocuk.
Baba, anne ve çocuğun dışında da kalabiliyor bazı. Köprüden geçmemeye gönüllü, geçse de “ geçmesen daha iyi hani” dedirtecek biri olabiliyor. Daha çabuk yorulan, daha tahammülsüz, daha sıkı ve aşırı disiplinli, sevgi açlığı saçan, daha az iş bitiricilikte ve daha “hala” dışarıda kalmaya meyilli cinsinden.
Babalık kimliğini değil de “kendiliğini” daha çok seven, herşeyi daha kolay gözden çıkarabilecek baba erkeğe karşı, kendini gözden çıkarmaya gönüllü anne kadın.
Kendini gözden çıkardığının farkına bile varmayacak kadar anne kadın.
Hem “anneliğimizi” hem “kendiliğimizi” birarada tutabilecek akrobatik ruha sahip olup, üstüne bir de kadın olduğumuz için şanslı mıyız?
Duydum
Evet dediniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder