Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

28 Aralık 2019

Çabala...




Deden hala bilmiyor.
Amerika’da olduğunu zannediyor.
Ama soruyor hep:
“Hayırsızdan haber var mı?”
“Haylaz ne yapıyor, iyi mi?”
Gönül koymuş sana belli. Haklı ama…
Ne arıyorsun ne soruyorsun…
Seni bana her sorduğunda, olabilecek en sahte halimle “Barış iyi babacığım, takılıyor, keyfi yerinde. Sen onu merak etme. Bizi de öyle sık aramıyor” demek kolay olmuyor. Olamıyor. Olmaz ki.
Sırf seni sormasın diye artık dedeni arayamaz, ziyaretine gidemez hale gelmiştim.
Halana söyledim, Barış’la onlar da haberleşemiyorlar, bu yüzden zaten üzülüyorlar, sen sorunca daha da çok üzülüyorlar. Sorma, bize sor merak ettiğinde, demesini rica ettim.
Babaannen en son şöyle demiş ona:
“Barış’a dön gel artık demişler, o da kabul etmemiş. Onlar da kızmışlar artık arayıp sormuyorlarmış, sen de sorma.“
O da kendince çözüm aramış artık sormasın deden diye, anlıyorum ama bunu bana söylediğinde çok üzüldüm, kalbim bile kırıldı. Ben sana kızmazdım ki bu yüzden, hele artık arayıp sormamak? Beş dakikadan fazla küs kalamazken seninle?
Biliyor musun ki, sen şimdi çıkıp gelsen ve desen ki,” Annem ben biraz yalnız kalmak istedim, gezdim, dolaştım, geri döndüm şimdi.”
Ben sana yine de kızmam ki. Hoş geldin, der bağrıma basarım. Bir yıldır yaşadığımız her şeyi anında unuttururdu senin kokun.
İçi gülen gözlerin.
Bunca yokluk içinde var oluşun.
Daha önce de sıra dışı kararlar aldığın oldu, elbet önce tepki verdim ama seni dinleyince anladım hep, anlamaya çabaladım en azından. Seni anladığımı söylerken senin de beni anlamanı isterdim hep. Anlıyorum ama bu böyle, derdin. Senin doğruların vardı, bizimkilerden uzak. Sana ait. Sen gibi.
Şimdiki doğrun bir yıl yok olmak ve sonra gelmekse ona da tamam. Seni sen olmaktan vazgeçirmemeyi öğrenmiştim ben.
Psikoloğuma senden bahsederken “gitti” diyorum hep. Dedi ki, gitmek fiilinin dönüşü vardır, beklentisi, ümidi vardır.
Kabullenememek bu tabii. Gittiyse gelir elbet.
Ama öyle değil, giden gelmiyor. Adına ne dersen de gitti mi bir daha gelmiyor. Böyle pufff! diye bir anda yok oluş bu. İllüzyon gibi ama gerçek.
Bir yıl boyunca bu yok oluşu reddedip, böyle bir şey olmuş olamaz, hayır, kocaman bir yalan bu, kabul etmiyorum, demekle geçti.
Bir yıl bitince, kabul etmesem de bu yaşadığımızın gerçek olduğuna aymaya başladım. Çok zor oldu. Çok. Çok.
Ruhum, kalbim, benim değildi sanki. Öyle benden bağımsız, öyle kontrolsüz.
En son yazdığım yazının fotoğrafındaki bulutlar var ya, içim tam öyleydi. Kapkaranlık, fırtınalı, sisli, puslu. Nefes alamadığım zamanlar oldu. Boğazımda bir elle dolaştım günlerce.
Hiç kalbinizin rendelendiğini hissettiniz mi?
Tam olarak böyleydi, kalbim rendeleniyor gibi.
Yürümek yatıştırıcıydı ama artık hiçbir şeyle yatışamaz hale geldim. Devamlı huzursuz, devamlı endişeli, bir türlü dinginleşemiyordum. Gözüm saatte bir an önce gün bitsin, uyuyabileyim de şu ruhumdaki çırpıntı ara versin, diye yalvarıyordum Allah'a. Ne yapacağımı, ne diyerek içimi sakinleştireceğimi bilmiyordum. Nasıl geçecek bu içimdeki fırtına? Geçecek mi? Sinir uçlarım açık, duyduğum gördüğüm olumsuz her şey bir kat daha dibe çekiyordu. Her söz, altında kalacağım kadar güçlenmişti, O yüzden bir süre kimseyle konuşamadan yalnızlaştım.
Hani kurumuş nehirler vardır ya, tıpkı öyle; sanki damarlarım kurumuş, içi örümcek ağı bağlamış gibi geliyordu. Kan akmıyordu içinde.
Öyle hayattan kopuk, öyle ümitsiz, öyle bitik, hiç. İyi hiçbir şey yok. Gördüğün hiçbir şeyin iyi bir yanı yok.
Ablanla birbirimizi devire kaldıra geçti zaman. O benim gözümdeki hüzünden, yaştan düştü, ben onun alamadığı nefesten. Tek vücuda gidip aynı anda nefessiz kaldık çoğu kez. Kirpik ucuma kadar mutsuz olduğum, yüzümün her çizgisinin, mimiğinin kederimden donduğu, minicik, cılız bir iyilik ışığı için yalvardığım zamanlar oldu.
Her acıtan gerçeğin belki kolay bir yolu var kabullenmek için.
Bu gerçeğin kabul yolu kolay değil.
Küçükken korktuğunuzda annenizin elini tutup arkasına saklanırsınız ya, o bir şekilde korur sizi, iyi gelir, sakinleştirir.
Benim annem de yok, Allah’a sığındım, ondan yardım istedim. Benim gibi bu yoldan geçmiş birini gönderdi bana. Onun eliyle elimden tuttu. Bana anlattı, geçecek, dönüşecek, acının içinden çıkıp yanında yürüyeceksin, sabret, dedi. Bebek adımlarıyla ama zamanla her şey iyiye gidecek, iyi gelen şeyler çoğalacak, dedi. O söylerken insan inanamıyor dediklerine, olabilir mi, iyilik hali gelir mi, diye merak ediyor ama sıkışıp kaldığım yerden çıkıp nefes alabilmek için inanmayı seçtim hep.
Bir ay önceydi, öyle bir karanlığa boğulmuşum ki, burnumun ucunu göremiyorum. Deli divane gibi ne yapacağımı bilmez haldeydim.
Siyah giyiyorum gittiğinden beri.
O gün içimdeki karada öyle boğuldum ki dışımdaki karaya takatim kalmadı.
Siyah giymiyorum o günden beri.
Dibin dibindeyken, daha dibi yok, diye kendiliğinden çıkmaya başlıyor insan belki. Siyah giymemek başka türlü gelmezdi.
Bunu artık dayanamadığım için yaptım.
Bir yıldır saçlarım beyaz. Ablan ve baban hep, sen ne zaman istersen o zaman boyat, hiç istemezsen boyatma dediler. Ama ablan normalleşebilmek, hayata karışabilmek ve beni de karıştırmak için içten içe boyatayım istiyordu, biliyorum.
Doğum gününde ona sürpriz yapmak için boyatma kararı aldım. Bir kere o amaçla çıktım evden ama yapamadım. Birkaç gün sonra bütün gün kendimle konuşup ikna olmaya çalışarak kuaföre gittim. Saçlarımı boyatacağım, dediğimi anlamadı kuaförüm, ağlarken yuttum tüm dediklerimi.
Anlaştık sonra, oturdum koltuğa. Kendi zamanımda değildi bu karar, o yüzden içimden kendimle savaşarak, içim hala yaslı ve yaşlıyken dışımı değilmiş gibi yapmak olur mu diye ağlarken boya bitti. Her fırça darbesi seni saçlarımdan sildi sanki. Buna dayanmak kolay olmadı ama yaptım. Zor olsa da yaptım.
Artık siyah giymemek ve saçlarımda beyaz olmaması, ilk zamanlarda bir gün olabileceğini düşünemeyeceğim kadar olmaz bir haldi. Seninle yürümekti onlar. Seni taşımaktı üstümde, başımda. Zaman seni önüne katıp akıtan nehir gibi. Bir köşeye takılıp kalsan da seni oradan alıp suya, önüne katıyor, ak diyor. Akman gerek. Kurgu, düzen, sistem yaşamak üzerine.
Yaşamak var da dünya rengarenk mi? Değil.
Hala küçük, esmer bir çocukta seni görüp gülümsediğimde gülüşüm yüzümde donuyor.
Hala yokluğuna bomboş gözlerle bakıyorum.
Henüz senin sevdiğin kahvaltıcıya gidemedim. Ama birlikte oturup kahvaltı ettiğimiz sonra sessizce yağmuru izlediğimiz kafenin önünden her geçişimde senin oturduğun sandalyeye takılıp kalıyor gözüm. Her defasında.
Hala gördüğüm eski bir fotoğrafta, o tarihte senin kaç yaşında olduğunu hesaplıyorum.
Geçmişten bahsedildiğinde hep, Barış vardı, evdeydi ya da okuldaydı, diye geçiyor içimden ve Barış’ı evde ya da okulda olanların nasıl büyük huzur duyduklarını düşünüyorum.
Barış’ın artık evde ya da okulda olmadığının nasıl huzursuz bir duygu olduğunu.
Nasıl anlaşılmaz dipsiz bir boşluk, yokluk olduğunu.
Kapıyı her açtığımda senin de anahtarınla açtığını geliyor aklıma
Sana benzeyen Barış’lar gördükçe yolun ortasına çakılıp kalıyorum.
Hala yokluğun kalbime çökünce gözlerimde donan kederi görüyor ablan ve baban, hemen çözmeye çabalıyorlar. Bazen eriyip akıyor, bazen onlar için kenarda tuttuğum, yakması zor yapay ışığı açıyorum gözüme.
Dünya rengarenk değil. Renkli bile değil.
Bugün bazanı açtım, sensiz eşyalarını gördüm yine. İrili ufaklı kutular var adına kargolanmış.
Alıcı: Barış Kömürcü.
Bu adı artık nerede göreceğimi düşündüm.
Bu gözlerin bu adı orada görüp de nasıl hala dünyayı görebildiğini.
Amcanın Viyana’dan getirdiği kaşar var ya, senin en sevdiğin. Bir sabah kahvaltıda doğrayıp getirmiştim. Annem nasıl doğramışsın öyle, bu hemen biter, ben kıyamıyorum yemeye, diyerek gidip kaşar dilimleyiciyle incecik doğramıştın. Ondan sonra o kaşarı tek sen ye diye yemedik biz.
Şimdi bir paket öylece duruyor buzlukta. Ne sen yiyebiliyorsun ne de biz.
Kabanını çıkardım bavulundan. Giydim. Büyük bana ama olsun, giyeceğim. Yeşil yün kazağını giyiyorum. Kıyafetlerini giymek sana sarılmak gibi. Arayıp da bulamadığım. Nasıl vereyim onları? Seni de içlerinde vermek gibi. Ama bazen benim giyemeyeceğim bazı kıyafetlerini düşünüyorum, versem mi, verebilir miyim, kime versem, diye. Belki onun da zamanı gelir ama zaten öyle azla yetiniyordun, öyle az kıyafetin var ki çoğu bende kalacak.
Benimle kalacaksın hep.
Sana ördüğüm boyunluğu da takıyorum. Boynumda, bana en yakın. Boynuma sarılmışsın gibi. Yazlığa götürmüşsün. Seviniyordum benim ördüğüm boyunluğu kullanıyorsun, diye. Bana sevgini belli etmezdin pek ama başka boyunlukların olmasına rağmen onu yanında götürmen içimi ısıtmıştı. Bunu okuyorsan şöyle dediğini duyar gibiyim:
“ Yooo, ben onu sıcak tutuyor diye götürdüm.”
Kesin böyle demişsindir. Gülmüşsündür hatta derken, yazarken beni gülümsettiğin gibi. Bu kadar düz, duygularını sakınmadan, saklamadan söylemen bazen incitiyordu ama bu sendin. Kimsenin olamadığı kadar şeffaf ve net. Herkese, her şeye rağmen cesur.
Geçen gün rüyama geldin, sarıldın bana gülerek, seni çok özledim, dedin.
Ben de seni çok özledim.
Ben de sana sarıldım. Rüyada sarılmak var.
İyi ki rüya görmek var.
Hatta rüyalar bu çaresiz özlem için var olmuş olabilir.
Ablan ilk zamanlarda seni rüyasında görünce mutsuz ve ağlayarak geçiyordu gününü. Ne şanslısın rüyana gelmiş Barış, diyordum. Hayır şanslı değilim, söyle gelmesin, sana gelsin. Rüyamda gördüğüm zaman daha çok özlüyorum, demişti. Ablan artık huzurla, mutlu anlatıyor senli rüyalarını.
Dün, orada iyi olduğunu bir bilsem, diye geçirdim içimden.
Bugün ablanın rüyasına gelip gözlerinin içi gülerek bakmışsın ona, oyun oynamışsınız birlikte, gülmüşsünüz.
Sağ ol oğlum beni duyup geldiğin için.
Sağ ol, dedim ben değil mi?
Sağ sanınca böyle oluyor belki.
Sağ ol tabii, orada sağ ol, iyi ol, mutlu ol.
Şükür bana iyi olduğunu gösterene.
Bin şükür de yanımda, kalbimin içinde, eli her daim elimde olan Didem’e. Evlerindeki masanın üzerinde kuzenin ve ablanla olan fotoğrafınız duruyor hala.
Bende gördüğü en ufak iyi hale gözleri dolacak, ağlayacak kadar seviniyor. Bütün doktor randevularıma benimle geliyor. Ne zaman seni anlatmak istesem kalbini, kollarını, kulaklarını, sonuna kadar açıp beni dinliyor. Bunca zamandır ona döktüm tüm kederimi. Kolay değildir gamlı, kalbi kara biriyle vakit geçirmek ama o her zaman buna gönüllü oldu, elini üstümden hiç çekmedi, hiç yalnız, başıboş bırakmadı beni. Sarıldı, benimle ağladı, benimle sustu. İçim ferahlasın diye Allah’a dualar etti.
Bütün arkadaşlarım, ailem hepsi benim için ellerinden geleni yaptı, aynı duaları etti biliyorum. Hatta tanımadığım ama seni anlattığım herkes dua etti. Seni anlattım, okudular, anlat ki yükünün birazını da biz taşıyalım, dediler.
Suyun dibinde boğulurken başımı çıkarıp nefes almaya çalıştığım zamanlarda bana nefes oldu dostlarım. Başka şeylerden, başka hayatlardan, olaylardan konuştular. Odağımı değiştirdiler. İyi görünmeye ihtiyaç duydum bazen, iyi ve normal gibiymiş gibi olmaya. Beni normalleştirdiler onlarlayken. İyi geldiler bana.
Şimdiye kadar kendimi bu kadar saklamadan anlattığım kimse beni incitecek tek bir söz bile etmedi. Saçlarımı boyattım diye içleri ferahlayan akrabalarım, komşularım var benim. Kendisi aynı yoldan geçmiş, benim anlattıklarımla kendi yaşadıklarına dönüp kötü olabilme ihtimaline rağmen beni dinleyen, yoluma ışık tutan, varabildiğim her tepenin başında durup benimle gururlanan gidenden kalan bir anne var.
Hangi birinize teşekkür edeyim, Allah’a bana bu kadar incelikli, nazik, iyi kalpli insanlar gönderdiği için nasıl şükredeyim, ne yapayım da gönlümdekini size söyleyebileyim, hiç bilmiyorum.
Allah hepinizin gönlündekini versin, duasını duysun.
Güzel günler göstersin.
Bunları neden yazıyorum böyle? Barış’ımı size anlatmak, onunla konuşuyor gibi yazmak, içimde birikenleri paylaşmak ve benim yaşadıklarımı yaşayanlara, sizi anlıyorum, demek için…
İlk başlarda öyle dipsiz bir kuyu içinde hissediyorsunuz, yol öyle karanlık ve bilinmez, öyle bir başınasınız ki, acaba bunu yaşayanlar ne hissetmiş, nasıl olacak, ne yapacağım, bu hissettiğim normal mi, diye korkulu gözlerle yolu buradan geçmişlerin ayak izini sürüyorsunuz. Onlardan yol haritası almak, yolunuza ışık tutulması öyle kıymetli geliyor ki.
Okuduklarında ya da dinlediklerinde kendini bulmak, “Evet, ben de böyle hissediyorum” demek insana iyi gelir ama böyle bir durumda iyi hissetmek değil de yalnız olmadığını bilmek ve “tam olarak” anlaşılmak var. Bu da iyi hissettirmiyor ama hissettiklerinin normal olduğunu söylüyor en azından. Normal olmak iyi olmaya tercih ediliyor böyleyken. Zaten yasın hiçbir yerinde iyi hissetmek yok. Başladığınız cümle iyi ya da güzel ile bitmiyor, bitmesi gerekiyorsa bile cümlenin ortasında öylece kalakalıyorsunuz.
Gidenden kalan yeni anneler varsa, onlara ne diyeceğimi bilmiyorum henüz. Ben de yeni bir yolun başındayım. Ancak kendi geldiğim yolda gördüklerimi anlatabiliyorum, anlaşılmış ve normal hissedebilsinler diye. Bir de benden önce bu yolu geçmiş olanların bana dediklerini. Kendi cılız ışığımdan onlara da tutmaya çalışıyorum. Onlar da benim ilk günlerim, ilk aylarımdaki gibi kabullenememenin pençesinde kıvranıp duruyorlar eminim. “Artık hayatımda iyi hiçbir şey olmayacak” inancı kemikleşiyor o dönemde. Bu yol dinleyerek, okuyarak ezber edilecek bir yol değil çünkü herkesin geldiği yol ayrı, insanlar, olaylar, duygular birbirinden farklı. Olan ortak, evet. Eşlik, benzerlik çok ama yolun mesafesi, uçurumu, karanlığı, fırtınası, sisi kalan annenin ve giden evladın kişiliğine ve birlikte yaşadıklarına göre derinleşiyor.
Yeni bir dönem bu. Bir yıl boyunca kabullenemediğim gerçekle yüzleşmeye çalıştığım yeni bir yol. Bundan sonrasını bilmiyorum. Öylece duruyorum. Emekledikten sonra ayakta durmaya başlayan bir bebek gibi. Karanlık, tavanı alçak, nemli bir yer altı dehlizinde emeklerken yer yüzüne çıkıp sıralamaya çalışıyorum. Nefes alabildiğim, ayakta durabildiğim her halime tutunuyorum. Sendeliyorum, yine düşüyorum ama bu çabamın babana ve ablana iyi geldiğini gördükçe bir şeylere tutunup yeniden kalkmaya çabalıyorum.
Süreç çabalamaktan ibaret zaten. Yapılacak başka hiçbir şey yok. Kabul etmek için çabalamak, iyi görünmek, kalanlara güçlü durmak için çabalamak, yaşamak için çabalamak.
Bundan sonrasını bilmiyorum, bildiğim ve keşke hiç bilmeseydim dediğim yerden geliyorum.
Yolda gördüklerim, hissettiklerimi, oğlum, anılarımız, özlemim, sevgim doldu taştı içime yine.
Yine alıp kalbinize koyacaksınız biliyorum.
Var olun, sağ olun siz.
20 Aralık 2019
15.13
Odandan
Masandan

08 Kasım 2019

Bir Günde İki Barış



Allah bence Barış’ı dünyaya gönderdi iki gün önce.
İki ayrı bedende.
İlki Kadıköy vapurunda, ikincisi Ortaköy Feriye’de.
Terapistime Barış’ı düşünmeyi özlediğimi söylediğim gün.
Onu düşünmekten deli gibi korktuğum on günden sonraki gün.
Düşünmekten korktum, kaçtım çünkü şimdiye dek hem buraya yazarak hem de kafamda bin bir halini oynattığım, izlediğim, duyduğum, sevdiğim, sarıldığım, Allah’a rüyama gelsin diye yalvardığım Barış’ımı düşünmek imkansızlaştı. Ziyarete bile gidemedim. İstemeden…
Neden?
Hani hep “artık Barış’ın olmadığını idrak edip anlarsam deliririm korkum vardı ya, o duygunun kapıma geldiğini deneyimlediğimden.
Ona dair bütün duygularım kontrolden çıktığından.
Bir yıl dolunca, şimdiye kadar yaşadığım derin mutsuzluk, keder, hüzün başka bir boyuta geçip dayanılmaz hal aldığından.
Bu yüzden hem Barış’ı hem de şimdiye kadar düşünürken yanımda tuttuğum tüm cephanemi kaldırıp bir sandığa koydum.
Teselliyi, tevekkülü, sabrı her şeyi.
Hal böyle olunca tabii, ortada bir başına savunmasız kalakaldım.
Düşünmekten kaçmaya çalışıyorsun, zorluyorsun, hiçbir şey için çabalamadığın kadar çabalıyorsun ama kolay mı? Hiç değil.
Başaramadığım zamanlarda gerçek aklıma geldikçe kaçacak delik aradım; içimdeki zapt edilemez zehirli heyecandan, kalbimin kulağımda atan huzursuz sesinden, ruhumu, kalbimi acımasızca eğip büken, nefes aldırmayan sıkıntıdan kaçabilmek için kilometrelerce yürüdüm…
Normal olmayı özlediğim zamanlar oldu Mutlu değil, neşeli değil, iyi hiçbir duygudan söz etmiyorum. Sadece “normal olmak”.
Üzüleceksem sıradan şeylere üzülmek. Saçma sapan, anlamsız, küçük şeylere kafayı takmak, onlarla oyalanmak.
Öyle baş edilemez bir duygu ki bu, öyle kaçıp saklanmayacağınız, unutup gündelik hayata kendinizi kaptıramadığınız, içinizdeki fırtınayı -tam anlamıyla fırtınayı- dindiremediğiniz kontrolsüz bir halle baş etmeye çalışıyorsunuz.
Pimi çekilmiş bomba gibi ortada dolaşmak. Ne zaman nerede patlayıp yok olacağınızdan korkmak. Aslında korkmak da değil bazen. O bomba patlasa da yok olsam, sonunda Barış’ı görmek varsa ne harika ama yoksa da, yok olmak.
Bu halde kalmaktansa yok oluş evladır, diyorsun.
Bazen tabii, çünkü siz yok oluşunuzu kimseye bırakamazsınız. Bunun ne olduğunu anlamaya, yaşamaya çabalayan, fırtınada sağ kalmaya çalışan bir evlat ve eş varsa bu yok oluşla da el sıkışamıyorsunuz.
Ne gidebiliyorsunuz ne kalabiliyorsunuz.
Şimdi mesela kendinizi bir yoklayın, içinize bakın. Ruhunuz sakin mi bir kere? Derin ve tam nefes alabiliyor musunuz? Alamıyorsanız niye?
Değecek bir sebep var mı? Sebeple baş edip düzeltecek şansınız var mı?
Şöyle sakince oturup kalabiliyor musunuz? Dedim ya, mutlu olmanız gerekmez. Normal hissetmeniz yeterli.
Yeterli, yetsin. Gerçekten yetsin.
Mesela çocuğunuz gerçek mi? Gerçekten o mu? Ona dokunup sarılabilir misiniz? O da size? Konuşsanız sizi tanır mı? Adıyla seslenip, nasılsın yavrum, diyebilir misiniz?
Ben diyemedim mesela.
İki kere gördüm Barış’ımı ama seslenemedim bile.
Vapurda arkasındaki sıraya oturdum. Saçları uzunla kısa arasıydı, rüzgârda dağılınca aynı Barış gibi düzeltiyordu. Sakallıydı, esmerdi. Sağ elinin tırnakları uzundu. Onun da gitarı vardı. Yüzünü göremiyordum ama sanki oydu.
Barış sanki önümdeki sırada oturuyordu. Aynı vapurdaydık ama konuşamadım. Baktım, baktım, baktım…
Sessizce ağladım sadece. Çaresizliğime, aczime, zavallılığıma.
Vapur Beşiktaş’a yanaştı. İkimiz kaldık bir. O da inmedi ben de. Bir an geldiğimize aydı ve fırladı yerinden. Ben de arkasından. Fotoğraf çektim, video çektim. Bir süre takip ettim. Ağlarken yürümek zor. Bıraktım, izini kaybedene kadar arkasından baktım.
Bu yaşadığımın ne zor olduğunu düşündüm sonraki birkaç saat. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm dinginleşebilmek için..
Zordu dedim ya, daha zorunu Feriye’de görecekmişim.
Kafeye girdim, tam karşımdaki masada arkadaşlarıyla ders çalışmak için gelmiş Barış.
Evet o.
Şaşkınlığımı ve heyecanımı alıp biraz uzakta ama karşıdan görebilecek şekilde bir koltuğa oturdum.
Şimdiye dek Barış’a benzettiklerim hep uzaktan benziyordu. Yakınlaşınca herkes kendisiydi. İlk defa bu kadar yakından, bu kadar benzeyenini gördüm.
Öyle ki Barış’ın artık olmadığını bilmesem orada oturanın Barış olduğuna yemin edebilirdim.
Saçları, sakalları, esmerliği, arkadaşlarına bakıp gülümsediğindeki ifadesi. Yazı yazmak ya da bilgisayara bakmak için yaptığı her hareket. Boyu posu her şeyi tıpatıp aynıydı. Bir tek gidip ona sarılmak kaldı. Öyle ya, Barış orada, ben neden o koltukta oturup ona bakarak ağlıyorum ki, gidip konuşsam ya, sarılsam ya, nasılsın oğlum, desem ya…
İşte zor olan bu. Gerçekmiş gibi karşına getirip koyuyor Allah ama aslında avuntu sadece. Varmış gibi ama aslında yok.
İki ayrı uç.
Varlık ve yokluk aynı anda karşında. İç içe.
Bir yandan şükrediyorsun özlemine derman diye gönderilmesine, bir yandan gördüğünle katlanan özleminin kalbine, gözüne lav gibi akışını izliyorsun.
Yine de bin şükür. Kanlı canlı görebilmek de şans aslında.
Öyle çok boşluk, derin bilinmezlik var ki bu yolda…
Az önce şans dediğim şeye şaşıyorum şimdi.
Ne demek bu?
Kendi kendinesin. İçinde sadece sen biliyorsun ne yaşadığını.
Ne yaşayacağını bilmeden.
Daha önce kaybın olsa da hiçbirine, hiçbir şeye benzemiyor bu.
Kendi çocuğunu düşünmekten korkmaya kadar varıyor iş, anlayın artık.
O yüzden, düşünmekten korkmadığınız çocuğunuz varsa gidin benim için de sarılın ona. Çok şükür gerçek, çocuğumun aslı bu, diye sevinin.
Çocuğunuz yoksa, yok olmayacak bir çocuğunuz yok diye sevinin…
İç içe geçmiş dereli, taşlı, sarp kayalı, alevli bir yol bu. Ne zaman neyle yanacağın, nerede boğulacak gibi olup nerede düze çıktım sanacağın, bilinmez bir yol. Düze çıktım sanıyorsun çünkü nefesini dar almadan, tam içine çekebildiğin nadir zamanlarda galiba biraz iyiyim, toparladım derken, bir daha geldiğin yere, en başa geri dönüyorsun.
Çıkmaz sokak. Yolun sonunda kıstırılmış gibi oluyorsun bazen.
Kaçacak yerin yok ve üstüne gelen kocaman bir gerçek var baş etmek zorunda olduğun. Bazen başaramıyorsun ama her daim bir şeyleri anlamaya, sindirmeye, içindekiyle savaşta güçlü kalmaya güç harcıyorsun. Hep bir devinim var içinde.
Mutsuz bir devinim, mutsuz bir heyecan.
Sonu hiçbir yere varmayan.
Hayır, sonu “yokluğa” varan.
‘Hiçbir şey’ daha kabul edilebilir bu durumda…
Hayatı elinin ucuyla tutup devam etmeye çalışıyorsun, itiyorsun gitsin diye, aksın diye. Gözün saatte akşam olsun uyuyayım şu savaşım aralansın, nefes alayım, diyorsun. Uyuyamamaktan korkuyorsun, aç kalmaktan da. Çünkü mevcut fırtınaya heyelan ekleniyor öyle zamanlarda.
Ayakta kalmaya çabalamak şu anda yaptığım.
İnişle, çıkışla, tekrar inişle…
Dünüm kötüydü, bugünüm ender sakin günlerden, aldığım tam nefese şükürle. Yarınım ne olacak bilmiyorum.
Barış’ım seni düşünmeden geçen günlerime gönül koyma.
Sandığı açtım, yavaş yavaş çıkıyorsun dışarı, bu pazar geleceğim sana.
Zaten iki kere çıktın karşıma. Ne yanına gelince ne de karşıma çıkınca sarılamıyorum sana.
Ama ne yapayım, elimden gelen hiç ama hiç ama hiçbir şey yok oğlum.
Allah’a ve zamana teslimim…
Kavuşup sarılıncaya kadar, hasretle, katlanan sevgimle…
6 Kasım 2019
18.00

Bir Yıl



Dün başımı alıp Yıldız Parkı’na gittim. Kendimle kalayım, vakit geçsin, bir gün daha bitsin, diye.
Parka girerken Allah’tan senden bana haber göndermesini diledim.
(Orada bir şekilde haberleşiyoruz seninle. Hani kelebek olup gelmiştin bir keresinde, konuşmuştum seninle.
Sen de öylece uçmadan durmuştun dakikalarca.. Beni dinler gibi…)
Yürüdüm biraz, bir ağacın üstünde on yaşlarında bir oğlan çocuğu gördüm. Dikkat etse düşmese, diye içimden geçirirken “Ben burada çok rahatım” dedi. Tam bu sözlerle:
“Ben burada çok rahatım.”
Oraya daha sık gelmeliyim. Seninle iletişimimiz var o parkta.

Saat dokuz buçuk. Bir yıl önce bugün, bu saatte Bursa yolundayız.
Bütün gün arayıp ulaşamadığım oğlumu hastaneye götürüyorlar. Biz de onu görmeye gidiyoruz.
Yazdığım gibi sakin mi her şey?
Değil.
Hiç değil.

Her hafta sonu konuştuğum oğlum telefonunu açmamış. Beklemişim akşama kadar yalan avuntularla; duymamıştır, görmemiştir, evde bırakmıştır, kaybetmiştir...
Çocuğundan bu kadar süre haber alamamışsan, eve gönderdiklerine de kapıyı açmamışsa, yavaştan nefesin kesilmeye başlıyor.
Artık ümide kapanıp korkuya açılıyor kalbin.
Avucuna konan ilaç nefesin oluyor.
Bilinçli almadığın nefesin.
Beyninin, kalbinin, nefesinin makinaya bağlanması gibi.
Yoksa oğlunu baygın bulan jandarmanın sözüne kanıp oğlunu baygın göreceğin ümidiyle gittiğin yolda, çalan telefonun ucundaki doktorun sözlerine nasıl dayanırsın?
Hastaneye gelmeyin, Adli Tıp’a gidin Barış vefat etti.
Oysa o doktora “Barış’ın annesiyim ben, hastaneye gelmemize 10 dakika kaldı.” demiştim.
İnsan Barış’ın annesine böyle der mi hiç?
İnsan kimsenin annesine böyle dememeli aslında.

Bir psikiyatr diyor ki;
“Beyin ilginç bir organdır. Bir insanın o anda acıyı hissedip hissetmeyeceğine o kadar verir. Beyin tarafından izin verilmeyen hiçbir acı hissedilemez çünkü herkesin bir acı eşiği vardır. O eşiği aşan, yani insanın tahammül edemeyeceği acıyı beyin bloke eder.”
Duyduğun anda kora dönmemek, acı bile duymamak için. O anda donmak için.
Avucuma konan ilaç da o ana hizmet etti elbet.
Doktorun söylediğini tekrarlayabildim sadece.
İnanamadan.
Görmek ister herkes son bir kez.
Ben istemedim.
Ben hala oğlumu buradan gönderdiğim haliyle; o güzelim içi ışıl ışıl gülen kara gözleriyle, boyuyla posuyla, ince uzun parmaklarıyla, güzel kafasını, küçücük kulaklarını ve yüzünü ortaya çıkaran kısacık saçlarıyla; esmer teniyle, annem deyişiyle, yere basmaya kıyamaz gibi parmak uçlarında kaplumbağa hızıyla yürüyüşüyle zihnimde oynatıp izliyorum. Hala yaşıyor bende.
Görseydim, gördüğüm Barış beni yaşamadığına ikna etseydi bugüne gelebilir miydim?
O gördüğüm Barış ben gittim annem, dönüşü yok, deseydi?
Biliyorum artık yaşamadığını ama zihnimde yaşatabiliyor olmam bir yanımı ayakta tutuyor olamaz mı?
Olabilir…

Yaşatıyorum kalbimde, zihnimde hatta rüyamda. Her sabah gözümü açtığımda Barış’ı gördüm mü acaba, diye soruyorum kendime. Zorluyorum hatırlayabilmek için.
İki gündür bana sarılıyor mesela. Öyle güzel sarılıyordu ki, kocaman kollarını açıp, şefkatle, özlemle, sevgiyle…
Hissediyorum hepsini.
Rüyamda görünce, sabaha sanki onu gerçekten görüp de özlem gidermiş gibi uyanıyorum.
Bu rüyalar küçücük adımlarla yürümeye çalışırken yol aldırıyor insana, yaşama ivme veriyor.
Susuzluktan ölecekken kana kana su içiriyor gibi.
Hiçbir zaman tam kanılmıyor ama onsuzluktan ölmekten iyi.

Bir yıl önce bu saatte Bursa’dayız. Artık yoksun sen. Aslında oradasın bedenen ama artık sen, sen olmayacaksın, olamayacaksın.
Görünmeyeceksin sen halinle.
Ben buna inanamazken, neden o bizi ağırlayan restorandaki herkese, benim oğlum öldü biliyor musunuz, diyebildim ki?
O yetmedi dönüşte mola yerinde gördüğüm herkese belki duymazlar diye, kollarını çekiştirerek niye dedim bunu?
Herkes bilsin, duysun, öğrensin.
Birlikte inanamayalım.

Bir yıl önce, iki saat sonra eve geri döneceğiz.
Seni burada bekleyeceğiz.
Sen geleceksin.
15 Ekim’de gideceksin.
Gelmemek , dönmemek üzere..
Allah “Yine bana döndürüleceksiniz.” diyor. Demek önce onun yanındaydık, Geldiysek, gelinen yere geri gidilecek.
Yuvaya geri dönmek bu.
Asıl yuva.
Asıl dünya.
Gerçek.
Huzur, sevgi, şefkat.
Ne de güzel diyorum.
Nasıl sakin, nasıl kabullü sanki..
Oysa hissettiğim; Barış’la benim kanımızın birlikte aktığı damarın kesildiği. Onun kanı aktı bitti, gitti.
Benim damarıma tıpa takıldı, kan akmıyor, gitmek yok, yaşayacaksın.
Kan içime içime akıyor, devridaim de olamıyor.
Kabullenmemek, idrak edememek, varlıkla yokluk arasına sıkışıp kalmak o ucu tıkalı damara kan pompalıyor.
Belki o uç açılsa akacak kan, temiz kan gelecek yerine, belki kabullenip hayatın yanımdan değil içimden geçmesine yol açacak bu ama olmuyor, olamıyor.
Belki ben can havliyle düğümledim o ucu. Kabul etmiyorum, kendi elimle engelliyorum kendimi. Kabullenmek vazgeçmek gibi, alışmak, unutmak gibi sanki.
Terapistim birlikte yavaş yavaş açacağız dedi ama bazı günler damar sızdırmadı değil, o beyindeki blokaj kalkarak beni yoklamadı değil.
Öyle zamanlarda uyuyamamak, devamlı seni düşünmek, gördüğüm her şeyi, duyduğum her sözü sana yormak, durmaksızın ağlamak geliyor.
Birkaç saat ya da birkaç gün kalıp gidiyor ve ben yine o bir şey olmamış, sanki başkası tüm bunları yaşamış ret halime geri dönüyorum.

Geçenlerde bir yıl önceki fotoğraflarıma bakmak istedim. Kendimi merak ettim, nasıldım diye.
Fotoğraf çektirmek istemiyorum hala. Gözümde, yüzümde o gün olanlar donmuş, asılı kalmış gibi..
O haberi aldığımız gün çekilen fotoğrafı görmek istedim, o son tasasız, mutlu, senli ben nasılmış, onu da merak ettim. Ama o güne ait fotoğraf yok.
Ondan önceki günlere bakıyorum.
Barış'ın annesine özeniyorum.
Barış'lı anneye..

Senden sonraki ilk günlerde, koltukta oturup, köprüden geçen arabalara bakarak hayatın akışkanlığıyla uyuşturuyordum kendimi. Ne olursa olsun o arabalar oradan geçiyor, birileri bir yerlere gidiyor. Hayat devam ediyor öyle böyle.
Bakın arabalar güneşi ezerek üstünden geçiyorlar, dikkat ettiniz mi?
Ben de güneşi eze eze geçiyorum hayattan.
Güneş tepemde ışıldar mı bir gün, içimi ısıtır mı, kalbimi doldurur mu bilmiyorum.
364 gün, kızımı karanlıkta bırakmamak için, içimde bir parça güneş varmış gibi geçirmeye çabaladım.
Bugün o yoktu yanımızda.
Bugüne dek kafamı dağıtmak, seni düşünmekten bile korkup kaçmak istediğim zamanlar oldu. Hayatın, insanların, akışın normalliğine bıraktım kendimi. O normalliğe ihtiyaç duydum.
Ama yokluk reddinin öyle tepe noktasındayım ki, taziyeye gelip ya da arayıp senin için "Allah rahmet etsin" denmesini bile kabul edemiyorum. Telefonumu bu yüzden açmak istemiyorum. Kapatayım üç gün. Yalnız, kimseyi görmeden, konuşmadan, duymadan.
Normalmiş gibi görünmek, bugünü herhangi bir gün gibi geçirmek düşüncesi sığmıyor kalbime.
Kafamı dağıtmak istemiyorum.
Kafamda ne varsa hepsi gelsin, göreyim, konuşayım, sarılayım istiyorum.
Seninle kalmak istiyorum.
Geçen yıl bugünleri saat saat yaşamak istiyorum.
Sonra normal olmak zorunda günlerime dönerim.
Bu günler normal değil.
Oğlumla kalma günleri, onu düşünme, hissetme günleri.

Aslında bugünden çok korktum. Nasıl hissedeceğimi bilmiyordum çünkü.
Allah’ın bana gönderdiği, aynı yoldan geçmiş, şefkatli, sevgili bir annenin dediklerine tutundum;
“Zaten hayatımın şimdiye kadarki en kötü gününü yaşamışım.”
Bir yıl sonraki gün, o günden daha kötü olamazdı.
Kessen kanı akmaz hali vardır ya insanın.
Mimiklerine kadar donarsın.
Sesin de, hissin de. Ara ara kalbinin sesini dışardan duyarsın ama.
Gözünden kan sızar..
Öyle bir gündü bugün.
Bir arkadaşım ilk günlerde bana, zaman geçecek, bir bakacaksın on yıl geçmiş, dediğinde, “Hayır geçmesin, Barış’ım benden o kadar uzaklaşmasın” demiştim içimden.
Bir yıl geçti.
Barış hala benimle.
On yıl geçmesinden korkmuyorum artık, kaç yıl geçerse geçsin benden gitmeyecek, bunu biliyorum.
Rüyama daha sık gelip bana sarılması, yokluğunu varlığıyla doldurması tek duamdır, ricamdır…
13 Ekim 2019
23. 00
Odandan
Masandan
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...