Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

25 Ekim 2009

Öpmeyin, Öptürmeyin



Yoksa benim gibi olursunuz vallahi.
Hoş, ben kimi öptüm, ya da beni kim öptü de bu haldeyim bilmiyorum ama. Geldi işte birinden, bir yerden..

Bugün dördüncü gün.
Tam bir buçuk gün durmaksızın öksürüp, peşine astım atağımı takmak süretiyle feleğimi şaşırmış vaziyetteyim.
Tabii ki astım atağı bekletmeye gelmiyor. Öksürürken bir de nefesiniz kesilince duramıyorsunuz daha fazla.
Hastaneye gidildi, serum takıldı, oksijen verildi. Biraz kendime geldim müdahaleden sonra ama sonra yine eski halime döndüm.
Doktora, iğne yazmasaniz da hap içsem, diye hasta ve zavallı küçük kiz bakışı atmama rağmen acımadı, 6 tane iğneyi yazıverdi bir çırpıda. Sabah akşam iğneci de acımıyor bana vallahi.:-)

Ateş kaç gündür peşimi bırakmıyor. Gözümü açamıyorum yahu. Tam hah, geçti diyorum, ilacın etkisi geçince geri dönüyor hain.

Nefis bir gelişmeyle uyandım bu sabah, hatta şu anda sabahın körü.
Boğazımda feci bir ağrı, vücudumda yine kırgınlık, ve ta taaam sinüslerim de gaza gelmiş..

Anneciğimin bir lafı vardı, cicim ciciydi, güneş vurdu iyice cici oldu, diye. :-)
Hah, işte tam da öyle oldum.
Cici oldum.
Çok cici. :-)

Gülmeme bakmayın. Yutkunurken kulağımda da ağrı hissediyorum ama hiç yüz vermiyorum. Yani bir de o gelirse artık antibiyotik manyağı olacağım herhalde.
İğne bitince zaten muhtemelen hapa başlayacağım. Pazartesi günü kontrolüm var. Öksürüğüm geçti ama tam iyileştim derken daha beter arızalarla gideceğim sevgili Deniz Hanımcığıma.
Halim olursa sürpriiiiz, diye sırıtırım kadınceyize :-)

Boğazımdaki ağrıyı sakinleştirmek için sıcak içeceğimden içiyorum.
Yeri gelmişken size de önereyim ayak üstü.
Hem tadı harika, hem de çok faideli bir eser. :-)

Bir miktar suya, bir elma, bir ayva, (ikisi de kabuk ve çekirdekleriyle konacak, dilimleyin sadece, ayvayı yarım da koyabilirsiniz)
3 kuru kayısı
1 çubuk tarçın
4-5 tane karanfil.

Hepsini bir demliğe koyup 10 dk. kaynatın.
Demlensin, bal ve limon ekleyip için.
Nasıl rahatlatıyor boğazı.
Hasta olmasanız da yapın için aslında. Özellikle kış gelince devamlı yapıyorum ben..

Şimdi...
Türk milleti öpüşmeyi seviyor. Sarılsın, öpüşsün, koklaşsın.
Hasta değilken eyvallah. İç ısıtıcı birşey sarılmak.
Öpüşmek için aynını söylemeyeceğim aslında. Bir de kimse kimsenin yanağını öpmüyor ki. Yanakları birbirine değdiriyor ve dudakları öpme efekti veriyor sadece :-)
Ama işte yine de yakın temas. Ha bazıları şapur şupurcu bu arada. Aslında ben de severim gerçekten öpmeyi ama hastayken öpmeyelim, öptürmeyelim arkadaşlar.
Hele ki domuz gribiyle beynimizin yıkandığı, ilk hapşırıkta al işte domuz gribi oldum paranoyasına düştüğümüz bu günlerde.
Bu konuda hiç birşey söylemeyeceğim başka. Doydum zira. Taştım hatta.
İnsallah bu grip de teğet geçer dünyamızı, gider kendini bir kuytuda 5 saniye içinde imha eder.
Bu kadar diyeyim.

Biri sizi öpmeye yeltenince, hasta değilseniz bile hasta olacak gibiyim, bile diyebilirsiniz, öpmeyeyim.
Ama biliyor musunuz, buna bile aldırmıyor bazı insanlar. Amaaan bişi olmaz, diye sarılıveriyorlar. Hele bir de şapur şupur öpenlerdense..
Ya, ben oyun yapıyordum, hasta değilim ama belki taşıyorum mikrobu, belki sen de taşıyorsun. Şimdi mikrop değiş tokuşunun ne alemi var ki?
Her şekilde öpmemek lazım, sarılmamak lazım. Tokalaşmamalıyız bile. Uzaktan selamlayalım, el sallayalım, pankart açalım gerekirse. :-)

Biraz uzak ara takılalım bu kış, yaza hasret gideririz. Seneye Allah kerim.

Bu önlemler kendimiz için ama evimizde yaşayanlar, iş arkadaşlarımız, sokakta bilerek bilmeyerek, yüzüne yüzüne öksürüp tıksırdığımız herkes için önlem.
Siz hasta olunca bilin ki etrafınızdaki herkes olacak sırayla. Hele evde... Mikroplar hiç affetmiyorlar. İlle herkesi bir dolaşacaklar.
Test edildi, onaylandı.

Karın kaslarınız spor yapıp çok çalıştırdığınızda ağrı duyarsınız ya, hah işte benim karın kaslarım da aynı ağrıyı duyuruyorlar bana.
Ama spor yaptığımdan değil.
Öksürmekten.
Bir işe yaramış mıdır? Kilo vermiş olabilir miyim bu esnada ? :-)
Kas yapmışımdır belki :-)

Hadi benim gazam mübarek ola..
Ayrıca bana çok geçmiş ola.
Çabucak iyileşeyim.

09 Ekim 2009

Magazincilerin Ettikleri




Dün televizyonda gördüm, polisler Timuçin Esen'i yaka paça götürüyorlardı, adam yerlerde sürükleniyordu..
İçim üzüldü bir aktörün bu halde olmasına.
Ama suç onda değil.

Rastlamışsınızdır televizyonda.
Ünlü biri bardan çıkıyor, zil zurna sarhoş...
Dışarıda bekleyen magazinciler tarafından, kameralar, ışıklar, mikrofonlar burnuna sokuluyor anında.
Soruyorlar;
"Efendim, az önce kaçan kız arkadaşınız mıydı?
Ne zaman evleniyorsunuz?
Hakkınızda şunlar deniyor, ne diyorsunuz?"
Daha bir dolu ipe sapa gelmez soru.

Tamam oraya işini yapmaya gidiyorsun.
Haber götürmek zorundasın patronuna, üstelik haber atlamaman lazım, peki.
Sorunu soruyorsun, adam ya da kadın cevap vermiyor değil mi?
Belli ki konuşmayacak, ayrıca sarhoş yani.
Evine gidip yatmak istiyor bir an önce.
Hayır, müthiş bir ısrarla ille cevap alacaksınız.
Ne oldu, ne bitti, o kim, bu niye gitti, niye böyle giyindin, niye konuşmuyorsun?
Allah allah...
Adam sana cevap vermek zorunda değil!
Sorulan soruların yeri de orası değil.
Zaten o soruların yeri hiç bir yer değil.
Sana ne?
Adam sana özel hayatını sayıp dökecek mi orada? Bilmem kaç bin promil alkol kanında cirit atarken?
Bir de öfkelendiriyorsunuz!!
Artık kafa göz giren mi ararsınız, saçınızdan sürükleyen mi, şemsiyeyi gözünüze sokmak, kafanızda kırmak isteyen mi? Allah ne verdiyse...
Ama hakediyorsunuz, üzgünüm.

İnsan alkollüyken yumoş yumoş da olabilir, öfkesi burnunda da olabilir ki siz adamı yumoş halinden, öfkeden alev topuna dönmüş biri haline getiriyorsunuz.
Sonra da bir manşet.
"Bilmem kim bardan çıkarken muhabir ve kameramanımıza saldırdı."
E, adam durup dururken saldırmadı ya güzel kardeşim..
Size röportaj vermek zorunda değil..
Saçma sapan sorularınızı cevaplamak zorunda değil.
Bakın diğerine sordunuz, cevapladı.
Sakince, gülümseyerek. Belli sizin soru sormanızı istiyor, hatta hoşuna gidiyor.
Tamam, devam edin, işinizi yapın. O her kimse, ondan ekmek çıkar.

Ama sordunuz, cevap vermedi, ters ters baktı, belli, istemiyor konuşmak.
O zaman anlayın, ısrar etmeyin, çekin gidin ya da ışıkları başka birinin gözüne sokun, vardır bardan çıkacak başka bir ünlü.

Zaten anlamadım ben, niye bu kadar merak ediyorsunuz kim, kiminle, nerede?
Gerçi suç sizde değil.
Sizden bu işi isteyende.
Yok, onda da değil.
Sizin yaptığınız işleri izlemek isteyende asıl suç.
Ha, patronlara sorun, kardeşim niye böyle saçma programlar yapıyorsunuz, diye..
Cevap: E, halk istiyor.
Evet, maalesef halk istiyor.

Ama ben, sanatçıların yerlerde sürünmesini görmek istemiyorum.
Sarhoş hallerini de..
Hakaretlerini, biplenmiş küfürlerini duymak istemiyorum.
Kız arkadaşını, sevgilisini, karısını, kocasını da bilmek istemiyorum.
Ayrıldı mı, aldattı mı, kaçtı mı, buldu mu, ne oldu ilgilenmiyorum.

Rahat bırakın insanları..
İşlerini yapsınlar..

Siz de işinizi yapıyorsunuz öyle değil mi?
Allah aşkına bir tane aklı başında, kafası çalışan bir patron çıksın da bu saçmalıkların iş olmadığını anlasın..
Halk istiyor. Hayır sen halka bu işi yakıştırmamalısın, aslında kendine yakıştırmamalısın, böyle bir işle insan içine çıkmamalısın.
Sen de halksın.
Ne yaptığınla ne de izleyenlerle övünemezsin bu halde.

Adamın özel hayatını merak mı ediyorsun, ediyorlar?
Peki, ara, eğer veriyorsa al randevu, git güzel bir mekana, aç kameranı ışığını, muhabirinin eline ver adam gibi birkaç soru ama lütfen biraz akıl olsun sorularında. Sorular sorulsun, cevaplar alınsın.
Sen sağ, ben selamet.

Yapmayın böyle.
Ben, insanların -iyidir-kötüdür tartışılır- sonuçta bin bir emekle yaptıkları işleri görmek istiyorum.
Beğenirim, beğenmem o da ayrı konu.
Bırakın işlerine baksınlar.

Timuçin Esen'i Gönül Yarası'ndaki haliyle bırakın aklımda..
Yerlerde sürünen adamı silin zihnimden..

Levent Kırca'yı da delirtmeyin.
Uğur Yücel'i de
Okan Bayülgen'i de..

Beni ilgilendirmiyor onların barlarda içki içmeleri.
Limiti aşmışlarsa kendileri görüyor sıkıntısını.
Bu noktada herkese söyleyebileceğim gibi, sınırı bilmek lazım, diyebilirim.
Nerede duracağını bilmek, vücudun aldığı kadarını içmek.
Fazlası kontrol kaybı...
Dışarıda da böyle bir kamera ordusu varken yapmasınlar.
Ama insan kontrolünü kaybetmek de isteyebilir bazen...
Sonucuna katlanır bir şekilde ama özgürdür.

Magazinciler de gece gündüz haber peşinde koşuyor, ekmek parası, peki..
Ama herşeyin bir adabı, yolu yordamı var.
Adamı delirt, sonra bize saldırdı diye haber yap..
Ahlaka sığmaz, hakkaniyetsiz, insanlık dışı.

Haber programlarındaki kaza, cinayet, haberlerini hiç demeyeyim..
Ya dizilerde olan bitenler?
En iyisi galiba televizyonu hayatımızdan çıkarıp rafine bir yaşam sürmek..
Hatta bilgisayar ve telefon da olmasın.

Benim ıssız bir adaya düşesim gelmiş sanırım:-)
Yanıma üç şey almadan hem de..

02 Ekim 2009

Sinirlenmene Sinir Oluyorum







Eskiden daha çok şeye sinirlenirdim, kızar, üzülür, kırılırdım.

Öğrendim artık sakin kalmayı. Nelere kızıp nelere kızmayacağımı.

Topu göğüste yumuşatmanın ne sakinleştirici, ruha, bedene ne iyi gelen bir hal olduğunu anladım.

Tersinin, gereksizce hayatımdan çaldığını gördüm.



Sinirlerim alınmadı elbet, ben de etten kemiktenim. Eskisi kadar olmasa da öfkelendiğim oluyor benim de.

Hormonların kadınlara çelme taktığı dönemlerde özellikle:-)

Ama bakın en çok neye?



Biri eğer olur olmadık yere sinirli ve öfkeli davranıyor ya da konuşuyorsa ben de sinirleniyorum. Nedir yani, bu kadar vahim mi? Öldürücülüğü, çözümsüzlüğü var mı? Daha sakince söylenemez mi? Nedir bu agresiflik? Diye ben ondan beter öfkeleniyorum!

Öfkeye öfke duyuyorum yani.

Nasıl bir ikilemdeysem? :-)



Sinirlendiğimizde kendimizi kontrol etmemiz zor olabiliyor, kabul.

O bir yokuş aşağı gitme hali. Delirme hali bazen.

Sevmediğin, istemediğin, onaylamadığın bir durumla karşı karşıya kalıyorsun ve tepki veriyorsun. Hele bir de daha önce uyarmışsan defalarca, o zaman belki öfkelenme hakkın da olabilir.

Ama ufak tefek şeylere parlayıp patlamak, hem kendini hem yanındakini streslendirmekten başka ne işe yarıyor?

Asık suratlardan, bozulmuş, daralmış kapanmış DNA'lardan başka ne kalıyor elinde?

Evet evet, öfkelendiğimiz her defa DNA kodlarımızın feleğini şaşırtırmışız. Kısalır, daralır ve sıkışırmış. Bozulmaya uğrarmış bir de...

Düşünün yani, kim bilir hepimizin kaç tane genetik kodu örselendi :-)



Öfkelenerek daha çabuk yaşlanıyoruz, kırışıyoruz, daha çok hastalanıyoruz, sağlıklı hücrelerimizin de tekerine çomak sokuyoruz, biline...



Yokuş başına getirip koymamalı insan kendini. Dümdüz yollar var. Eh, hadi heyecan istiyorsanız azıcık engebeli yolları da seçebilirsiniz.

Ama azıcık yavaş gidin.

Çözüm üretsin beyniniz. Soruna odaklanıp, öfkeye teslim olarak, çözüm üretme algılarınızı tıkamayın.



“Öfke; zehir içip, karşındakinin ölmesini beklemektir!”

Ne yapıyorsak kendimize yapıyoruz.



Salına salına yaşamalı, aylak aylak. Sakince, acele etmeden, ota tüye sinir olmadan, her şeye bir kulp takmadan; o niye güzel, bu niye mutlu diye mutsuz olmadan, yoktan dert var etmeden, nefretle tek vücut olmadan...

Yokuşu başından tanıyıp geri dönerek.



Yaşamaktan zaman kazanıyor insan, yaşamanın hakkını verince.



Yolu yokuşa getirmişsen, aşağı gitmekten başka şansın olmuyor. Kontrolü yitirmek kolay. Söylenmeyecek şeyleri söylemek, büyük pişmanlıklara savrulmak kolay.

Kalp kırmak, üzmek, onulmaz yaralar açmak kolay.



Büyük büyük öfkeler öfkelendiriyor beni.

Sakin kalmak istiyorum ben, sessiz, küçük harflerle konuşmak.

Güzel güzel sözlerle istemek, nazik nazik söylemek, dinlemek, anlamak, anlaşılmak.

Sevgili olmak, sevgililik beklemek...

Tatlı tatlı...

Sakince.



Öfkeye öfkelenmemek konusunda kendimi nasıl eğitebilirim bilmiyorum.

Galiba ilk önce öfkelenenin kendini eğitmesi gerek...



Sonrası, Cemal Süreya'nın dediği gibi;

İyilik, sağlık :-)






01 Ekim 2009

Farkeder mi?



Mesela o gün ne giydiğiniz?

Ne yemek yapacağınız? Birlikte ne yiyeceğiniz? Nereye gideceğiniz?



Kadın sorar kocasına:

-Hayatım, bugün ne yemek yapayım?

-Fark etmez, ne istersen yap.

-Canım, şu gömleğimi giysem, bunu mu?

-Bilmem, fark etmez, ikisi de güzel görünüyor.

-Bugün nereye gitsek?

-Sen karar ver, benim için fark etmez...

-Ben ayrılmak istiyorum.

-Fark etmez, sen nasıl istersen...



Merak ediyorum kadın çekip gidince fark eden bir şey olacak mı? Ah elbette!

“Sensiz hiç bir şeyin tadı yok. Ne olur dön, sensiz yaşayamam, seni seviyorum".



Adam kadının giyeceği gömleğe; bu değil hayatım, diğeri sana daha çok yakışıyor, deseydi ve kadının varlığını tanıyıp, onu değerli hissettirseydi keşke.

Yani kadının hayatında olması onun için çok fark etseydi keşke.



Kadın "çantada keklik" iken adamlara fark etmiyor bir şeycikler. Nasılsa o hep orada, fark etse de, fark etmese de fark etmez!

Ama sonra ne oluyor?

Görmüyorlar, kör oluyorlar kadınlarına, sonra kadın gidince "vay benim badem gözlüm" !



Seviyorsanız, değerliyse "elinizin altındayken" de bunu ona gösterin de göreyim sizi.

Hiç zor değil aslında.

Denemeye gönüllü olmak gerek sadece.



Kadın-erkek ilişkisinden çıkalım.



Eve gelen misafirinize soruyorsunuz;

-Çay mı, kahve mi?

-Fark etmez, hangisi kolayına gelirse.

-İkisi de kolay benim için, çay mı kahve mi?

-E, çay o zaman.

Ayol baştan söylesene şunu! :-)



Dışarı çıktığınız arkadaşınızla:

-Nerede yiyelim?

-Fark etmez, sen karar ver ben uyarım.

Aslında ben de yaparım bunu zaman zaman, gerçekten fark etmediği durumlarda ama.

Zaman zaman dedim, çünkü genelde fark eder bana.

"Seç" deniyorsa seçerim, seçtiğim şey fark eder çünkü.



Uyumsuzluk olarak algılanır bu bazen, bazen şımarıklık.

Değil.

İsteklerini ifade edebilmek. Seçenek sunulduğunda özellikle.



Hiçbir şeyin fark etmediği kişiler çok fazla şey beklemezler ve çok fazla şey de verilmez onlara.

Karşılarındaki kişiye de bu mesajı vermişlerdir bir kere. Bir şey yapacağı zaman o mesaj akla gelir, "ona far ketmez nasılsa", -her ne ise- en iyisi olmak zorunda değil.



Bence bu durumun ilişki kalitesini düşürebilir bir hassaslığı var.

Arkadaşlıkta pek sorun olmayabilir de. (Olabilir de elbette)

İlişkilerde biraz ayıp oluyor.

Tanınmazlık gibi geliyor fark etmez denilince.

Sen olsan da olur olmasan da

Öfff! En fenası!

Aman kimseye demeyin bunu!

Vallahi oturur içine, yenilir yutulur laf değildir yani.

Hani demiştim bir ara; kalırsan sevinirim, gidersen çok üzülürüm, diye.

Düşünsenize, "kalırsan sevinirim, gidersen git, fark etmez!"

Demeyin sakın!



Her şeyin farkı var. Her şey, herkes faklı birbirinden...

Tatlar, mekânlar, kişiler, düşünceler...

Fark var diye zıt kavramlar var.



İkili ilişkilerde farklı olduğunuzun fark ettirilmesi değil midir çoğu kez sizi orada tutan?

"Sen herkes gibi değilsin."

Saçın bir başka, gözün, dudağın, gülüşün, yanağındaki gamzen.

Bir bütün olarak diğerlerinden farklı olduğumuz hissettirildikçe orada kalmıyor muyuz? Artık fark etmez olduğumuzda gitmek istemiyor muyuz? Ruhumuz gitmiyor mu en azından?

Gidiyor ve aşk bitiyor.



7'den 70'e herkes özel olduğunu bilmek ister. Özel, farklı, kıymetli.

Hayatınızda kim varsa deneyin, ondaki farkı söyleyin, ayna tutun görsün kendisini. Sözlerinizle, davranışlarınızla herkesten başka olduğu için, sahip olduğu güzel her şey için iki çift laf edin, onu çok sevdiğinizi söyleyin.

Bakın size doğru nasıl parıldayıp, içinizi ısıtacak.

Deneyin bir.

Garantili mutluluk diyorum, daha ne diyeyim:-)



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...