Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

17 Nisan 2022

Az Eşya, Çok yaşamak..

 

Kayınvalidemde; pandemi ve kalça çatlağı sonrası demans başlamış, zamanla kötüye gitmişti. Geçen ay maalesef kaybettik. Melek annemiz melek oldu.❤
Hastalığından önce çok az şeyle çok kolay mutlu olabilen, neşeli, güler yüzlü, çocuk kalpli, hayata bağlı biriydi.
Şimdi daha iyi bir yerde, huzurlu ve mutludur dilerim ki..
Evindeki eşyaların bir kısmını boşaltmamız gerekti. Anı olarak birkaç parça eşya, kıyafet vs. aldık. Kıyafetlerinin birçoğunu yardım vakfına bağışladık. Eşyaların bazıları yenilenecek, bazıları atılacak. Evi kapatılmadı ama ona ait dönem kapandı.
Evi toplarken, bir insanın yaşarken onun için önemli olan neyi varsa, bu dünyadan gittikten sonra hiçbir öneminin kalmadığını hatta işlevselliği yitirdiği için maalesef ki atılıyor ya da başkalarına veriliyor olmasına şahit olmak dokundu.
Kayınvalidem günlük tutardı. Yazdıkları hepimiz için kıymetli. Günlükleri ve fotoğraf albümleri ve birkaç eşyası duruyor. Geri kalan pek çok şey artık yok…
Giden geçmişini, anılarını, anlamını, yaşadığı her şeyi kendisiyle birlikte götürüyor.
Kalanlara kalpte ince bir sızı ve ömürlük özlem bırakıyor.
Hepimiz zamanı gelince aynı akıbete uğrayacağız. Şu anda kendi evinizdeki çekmecelerinizi, dolaplarınızı düşünün. Ne çok kağıt, not, irili ufaklı, anlamlı anlamsız bir sürü şey var. Siz gidince onların hepsi anlamını yitirdiği için sizin gibi yok olacak.
Bu böyle…
Bu süreçte başka günler için sakladığımız eşyalar geldi aklıma.
Misafir gelince kullanırım, şu gün, sonra dediğiniz, bazalarda, çekmecelerde, dolaplarda kullanmaya kıyamayıp sakladığınız ne varsa hepsini kullanmalı, sizi mutlu edebilecek eşyalarınızı sahipsiz bırakmadan önce sahiplenmeli.
Zira beklenen başka gün bugün.
Hepimize günlükler dolusu güzel bir hayat dilerim.
Tüm gidenlere sevgi ile..❤🦋

11 Mayıs 2021

Özel Günlerin Özelliği



 Doğum günü özeldir, özel hissettirilmeli, mutlu geçirmeli o günü, derdim.

Bütün yılın ona ait tek günü. Önemli.
Eskiden, gelen kutlama telefonlarını, mesajlarını büyük bir mutlulukla ve coşkuyla cevaplar, o günü güzel geçirmeye çalışırdım. Makyaj yapar, takıp takıştır, saçımı fönletir, arkadaşlarımla buluşur ya da organize olamamışsak kendi başıma gider bir yerde kahve içerdim. Akşamına ailece yemek yerdik, pasta keserdik. Gün 12 mayısa dönünce hüzünlenirdim küçük bir çocuk gibi. Aaaa, doğum günüm bitti mi şimdi, diye.
Böyleydi 3 yıl önceye kadar.
Şimdi değil.
Özel gün özelliğini yitirdi, rengini, neşesini, anlamını yitirdi.
Şimdi gelmesi geçmesi aynı. Ailemin varlığı ve sağlığı dışında anlamlı ve özel olan bir şey yok. Arayanlara cevap veremeyecek, onların benim için duydukları mutluluğa katılamayacak kadar kendimleyim. İçeriden kilitledim kendimi.
Anneler gününün başlattığı doğum günümün devraldığı bulutlu, yağmurlu günlerdeyim.
Bir gideniniz varsa özel günler eskisi gibi olmuyor.
Barışla birlikte mutluluğumu, coşkumu, heyecanımı ve kendimi bir gemiye koydum her gün uzaklaşıyor ben ona el sallarken. Hiç geri dönmeyecek gibi. Hayatımı ve kendimi öncesi ve sonrası diye ikiye bölmüşüm gibi. Öncesi gibi hiç olamayacağım hissiyle hayat akıyor, yanımdan, önümden ama akıyor. İçine girip hayatla birlikte akabilecek miyim, hala bilmiyorum.
İnsan başkası için ne kadar değerli, önemli ve sevilir olduğunu bazen bilmiyor. Öyle zamanlar geliyor ki kalbinin en ücra köşesine kadar hissediyorsun.
Mesela, sevdiğin biri gidince…
Göğsünün orta yeri deliniyor ve içinden oluk oluk kan boşalıyor. Giden sevdiğinizle birlikte siz de gitmeyin diye hayatınızda olan herkes o kanı durdurmak için ne yapacağını şaşırıyor.
Anne şefkati ve varlığıyla yanımdan hiç ayrılmayan ablalarım, her gün yanıma gelip elimi tutanlar, sarılanlar, uzaktan dualar okuyanlar, sevdiğim yiyecekleri, sağlıklı salataları yapıp getirenler, çiçeklerle, belki mutlu eder diye kıyafetle, takıyla gelenler..
Öyle bir sevgiyle sarmalanıyorsunuz ki bu kadar sevilmiş olduğunuza şaşırıyorsunuz. Hayatınızda sizi anlayan, seven, bu kadar çok dost, kardeş olduğu için şükrediyorsunuz.
Yanıma gelmeleri yetmezmiş gibi giderken de soruyorlardı, bir şey ister misin, diye. İstisnasız her defasında içimden geçen ama diyemediğim Barış’ı isterim, onu getirir misin, oldu.
51 yaşım bitiyor bugün. Doğum gününde ne istersin diye sorulduğunda aklıma başka hiçbir şey gelmiyor. Cevabım aynı: Barış’ı isterim, onu getir misin?
30 ay geçti Barışımsız. Kimse ne getiriyor ne kendi geliyor…
Geçenlerde odasından çıkarken yatağına bakıp, ee, niye gelmiyor bu çocuk, derken duydum kendimi. Bu çocuk bir yere gitti ve gelecek ümidi hala gerçeğim. Asıl gerçeğe aymıyor gönlüm, aklım..
“Günlük hayat yası öğütür” diye duydum bir yerde. Günlük hayat, kızım, eşim, oyalandığım her şey yası öğütmeye çabalıyor. Hayatın nasıl normal akabildiğine, hiçbir şey olmamış gibi zamanlardan nasıl geçebildiğime, ilk günlerdeki gibi olmayışıma şaşıyorum. Bazen bu akışın sebebinin onun artık olmayışını anlayamamış, o idrake ulaşamamış olmamdan dolayı olduğunu düşünüp bu idraksizliğe şükrediyorum.
Zamanın o günde durmadığını, o günde, o anda kalsaydı yaşamanın mümkün olmadığını biliyorum. Ama bazen dünya nasıl dönüyor, niye dönüyor, niye ben bu akış içinde durabiliyorum, diye şu anda olduğum hali sindirememek, kendi kendime gönül koymak da var.
Nefes alamadığım, göğsümde kocaman bir kayayla dolaştığım, yaşayamadığım ama ölemediğim zamanların içinden geçtim buraya geldim.
Geldiğim yer bağ bahçe mi? Değil.
Kızımın ve eşimin kendilerini bana koltuk değneği yaptıklarını görerek, onlara yük olmayayım diye kederimi görmedikleri bir yere döküp yükümü hafifletmeye çalışıyorum.
Sonra tüm gücümle kaldığım yerden devam etmeye çabalamakla geçiyor zaman. Yine kocaman kayalar gelip oturuyor göğsüme, yine nefes alamıyorum, uykularımın hiçbiri kesintisiz değil, huzurlu değil. Gözümün içindeki ışığı yakmaya çalışarak, yüzümde gülümseyen maskeyle, hiçbir şeye heyecan duymadan, kendi dünyamda yaşıyor gibi yapıyorum. Şükrediyorum alabildiğim her derin nefese. Derin nefes alabilmek kıymetli.
Haftalardır ağlamıyordum. Akışa teslimdim. Kızımın coşkulu denizinde onunla yüzmeye, onu mutlu eden şeylere eşlik edip onun baktığı yerden “çok iyi gidiyorsun anne* demesine sebep olan ruh hallerindeydim. Ama nasıl hissederseniz hissedin, zamanı gelince takvimsiz bir yerde, dağ başında olsanız da bedeninizin ve kalbinizin saati size alarm kuruyor ve o gün gelince deli gibi çalıyor. Bugün anneler günü, doğum günü, bayram, yılbaşı, onun doğduğu gün, gittiği gün. Kalbinizin atışından, alamadığınız nefesinizden anlıyorsunuz ki o günler geldi.
Yapabildiğim kadar düşünmekten kaçınsam da ilk an, sonraki günler, tüm detaylar aklımda ve yoluma çıkıp köşeye sıkıştırıyorlar. Böyle zamanlarda tüm süngülerim düşüyor ve teslim oluyorum.
Bir şekilde kaçmayı başardığım zamanlarda ondan uzaklaşıyorum diye üzülüp, özlüyorum. Yası özlüyorum, o, bir şey olmadı, gelecek nasılsa hallerim, Barışımı ve ona duyduğum özlemi hüznü, kederi özlememe sebep oluyor. Henüz bir kere daha kıyafetlerine bakıp onunla hasret giderebilme noktasına gelemedim. Birkaç ay önce yapmıştım oysa. Fotoğraflarına, videolarına bakıp, içimde ne var ne yoksa saçıp dökmüştüm ortalığa. Onun doğum günüydü o gün.
Bugün benim doğum günüm. Hiçbir anlamı olmayan, ondan başka hiçbir şey istemediğim. Dünyevi, maddi hiçbir isteğimin olmadığı, ailemin sağlığı ve kızımın mutluluğu ve iç huzurundan başka hiçbir değerimin olmadığı yerdeyim.
51 yıl sonra bu noktadayım.
Zaten maddi istekleri olan biri değildim. İhtiyacımdan fazlasında gözüm olmadı hiç. Para pul, ev, araba mücevher gibi tutkularım da olmadı. 48 yıl böyle yaşadım, o günden şimdiye dek ihtiyaçlarıma olan isteğim bile azaldı.
Sağlıklı olayım, karnımı doyuracak bir lokmam olsun, ailem sağlıklı ve huzurlu olsun. Bu kadar.
Ömrümün sonuna dek bunlarla yetinebilirim.
Ablamın içine oğlunun düğününde bir sevinç dolmuş, gelinimizle birlikte ailemiz büyüyor ne güzel, demiş kendi kendine. Bir buçuk ay sonra büyüyen ailemizden bir kişi eksildi. Gidenin yerine Allah iki güzel bebek gönderdi. Dünyamıza hayatımıza yeni doğanlar mutlu yaşasınlar, görecek güzel günleri olsun.
Ablalarımın gelinleri ve torunlarıyla toplamda dört kişi büyüdü ailemiz.
Toplamda dört kişi eksiğiz.
Annem, babam, abim, oğlum.
Aynı yerdeler. Gidince hepsini görüyoruz. Kimseyi gördüğümüz yok ya, belki onlar bizi görüyordur diye gidiyoruz. Çiçeklerinin bakımı gerek. Sulamak lazım. Hiçbir defa Barış orada diye gitmiyorum. Onu ziyarete gidiyorum ama oradaymış gibi gelmiyor.
Sevdiğini oraya koymak o kadar kolay değil. Çiçeklerini sulamak, bakımını yapmak, yenilerini ekmek kolay. Orada olmadığını düşündüğüm için, sanki herhangi bir yere çiçek dikiyormuş gibi olduğumdan kolay.
Çamaşır asarken düşünüyorum, artık onun çamaşırlarını asmıyorum, diye.
Kahvaltı hazırlarken düşünüyorum, artık 4 tabak koymuyorum sofraya diye.
Üçümüz salonda oturup bir şeyler izlerken, dördüncümüz nerede, diye düşünüyorum.
Benim bir oğlum vardı, nerede şimdi, diye sık sık kendime sorup cevap alamıyorum.
Odasında, çağırsak, birkaç kere çağırsak, bir daha çağırsak gelir mi, diyorum. Öyleydi, kahvaltıya ya da herhangi bir şey için çağırdığında ilk defada gelmezdi. Kendi zamanında gelirdi ancak. İstediğinde. İşte istese, gelse yanımıza, birlikte izlesek ne izliyorsak. Konuşsak, gülsek, bazen kızdırsak birbirimizi, sonra gönül alma yarışına girsek.
Neredeyse her gün adını bir yerlerde görüyorum, bir tabelada, öylesine açtığım bir filmde, dizide, defalarca önünden geçtiğim halde görmediğim ama bir şekilde başımı kaldırıp baktığım apartman isimlerinde, park adı, kafe adı, her yerde.
Bazen cama kuş geliyor, içeri bakıyor, sen misin yavrum acaba, diyorum ama öyle bakıp bakıp yine uçup gidiyor.
Önüme çıkan uçuşan tüm kelebeklerin adı Barış. Onun gibi uçuşkan ruhlu, mutlu, rengarenk ama rengarenk olduğunu bile bilmeyen, onunla övünmeyen.
Verdiği her selamı alıp kalbime koyuyorum.
Onu tanıyanlardan duymak, bendeki Barış’ın bilmediğim güzel hallerini başkasından duymak, görmediğim fotoğraflarını görmek kurak çöle su gibi. Arkadaşlarından dinledim onu gittikten sonra. Gururla. Buradayken de duyardım onu başkalarından.
Yazlıktaki komşularımızdan biri, biz dönerken ona reçel göndermişti bir keresinde. Bu reçeli Barış’a götürürsünüz, demişti.
Yaptığın bir şeye birinin adını koyarsan, sevgiden.
Yazlıkta kaldığı kısa sürede komşu reçeline kendi adını koydurması sevgiden.
Şükür ki oğlum hakkında herkesten güzel şeyler duydum, duyuyorum.
Rüyama geldi iki gün üst üste. Ona denizden aldığım bir taşı gösteriyordum, üstündeki parıltıları. Ne güzelmiş, dedi. Başka hatırlayamıyorum. Keşke her gün gelse rüyama ve ben her gün hatırlasam ne gördüğümü, nasıl olduğunu. Yaşıyor olsa.
Rüyamda paralel bir hayattaymış gibi yine onlu bir hayat yaşasam. Dört kişilik bir aile olsak yine.
Kızım bugün öyle güzel şeyler diledi ki benim için.
“Bu yıl senin için çok güzel geçsin.
Sağlıkla, farklı, olumlu bakış açılarıyla içine büyük ferahlık, huzur, coşku gelsin. Çok severek, seni mutlu edecek, kendine ve başkalarına yararlı, istediğin güzel şeyleri yap. Potansiyelini keşfet. Yeni, güzel, sürprizli, neşeli, hiç beklemediğin güzellikler olsun, anın tadını çıkar.”
Benim için diledikleri, onu mutlu etmek için gerçek olsun isterim. Onun ihtiyaç duyduğu, özlediği, istediği anneyi yaşatmaya tüm gücümle çabalasam da boşluklar bıraktığımı biliyorum ve bunları dolduracak gücü bulamıyor olmama üzülüyorum.
Kendim için de bunları isteyeceğim günler gelsin, kendiliğinden…
11 Mayıs 2021
15.27
Odandan, masandan

22 Ocak 2021

Gözlerim Yeşerdi Avrupa


2018 yılının Nisan ayında yaptığım Avrupa seyahatini yazmıştım dönünce. Yayınlamaya fırsat olmadı. En mutlu olduğum, iyi ki gitmişim dediğim seyahatlerinden biriydi. Her şeyden gerçekten tat aldığım, mutlu olabildiğim zamanlara dair..
Sevgilerimle.

Gözlerim Yeşerdi Avrupa

Her şey, hayırlı bir iş için Almanya’ya gitme düşüncesiyle başladı. O hayırlı işin arkasına da hiç hesapta olmayan iki ülke seyahati daha eklendi;

İsviçre ve Viyana.

Seyahatlerde yaşadıklarımı, orada gördüklerimi, ilginç anekdot ve izlenimlerimi sizinle de paylaşacağım. Çayı kahveyi alın gelin…

Beni bilen bilir, ayda yılda bir uçağa binmek bile tedirgin ediciyken, 18 günde tam 4 uçak yolculuğu yaptım. Kendimi aştım, güncelledim, yeniledim, bir başka ben oldum artık. Uçuşu beklerken yaşadığım gerginlik ve uçaktaki hal ve hareketim hala aynı ama olsun. (Yemek içmek demeyin, benimle konuşmayın, gözlerim kapalı yolculuk bitsin diye dua ediyorum ben. Beni benimle bırakın reca ederim. O kadar yani.)

Almanya’daki hayırlı işimiz harika geçti. Çok güzel ağırlandık, çok güzel vakit geçirdik, güzel anılarla dolduk. İki genci kınaladık, final Eylül’de. (Final yapıldı, 2 yıl geçti, yakında bebek geliyor.)

Birbirimizi blog yazılarımızdan tanıyıp sevdiğimiz blogger arkadaşımı da görmek bu geziye kısmet oldu. Almanya seyahatini planlarken 3 günüm de onunla geçecekti. Geçti de, pek de güzel oldu. Kalben sevmek için birbirini görmek gerekmiyormuş, önce sevip görünce daha da seviliyormuş. Castrel Rauxe, Hese, Dortmund, çiçekli, ağaçlı, göllü, köprülü bahçeler, birlikte yapılan kahvaltılar, usta ellerinden çıkan lezzetli yemekler ve güzel sohbetiyle geçirdiğim üç günün ardından İsviçre’ye uçuş.


Havaalanında bavulumu vermek için beklerken kendi kendime: “Acaba burada hiç Türk çalışan var mıdır?” dedim. Sıra bana geldi, pasaportumu görevliye uzattım, ilk bakışta, “Aa, Türk müsünüz?” diyen bir güler yüz. Bavulum daha önce birken şimdi iki olmuştu. İkisini de verdim, görevli dedi ki; “Yalnız tek bavul için alınmış bilet. İkinci bavul için 50 Euro ödemeniz gerek. Dedim, neeeeyyyy.. Demedim tabii. “Hımm” dedim kibar kibar. Ama kızcağız o “hımmm” mı, acıyın bana 50 Euro da neyin nesi, ama haberim yoktu, bir de “neeeeyyy” dediğimi anladı sanırım, gitti bir iki kişiyle konuştu ve gelip o muhteşem cümleyi kurdu; “İnisiyatif kullanıyorum, para ödemeyeceksiniz.” Sarılayım öpeyim dedim ama gazımı kesip çok teşekkür edip için için sevinerek oradan ayrıldım.

Bu arada o 50 Euro’yu söyledikten sonra dedi ki: “Makine küçük bir makine zaten.” Makine derken uçağı kastediyor. Dedim, ne güzel oldu bunu söylemeniz, her tür kanatlıyla, kuş olsun, helikopter olsun, pırpır uçak olsun keyifle uçan biriyim ben. Makinenin küçük olmasının ne gibi bir yan etkisi olabilir bana? Tabii. Yan etki ne ki, tam etki etti. Uçağa bininceye kadar kalbim ağzımda attı. Zaten tırsıyorum uçmaktan, küçük makine ne yahu? Ne kadar küçük mesela? Niye küçük yapmışlar ayrıca? Bir sonraki uçuşta da gördüm ki Avrupa ülkeleri arasındaki 1 saatlik uçuşlara öyle zahmet edip de büyük makineler koymuyorlar. Koltuklar ikili. Koridor genişliği bir adım. Beğenmezsen sen bilirsin.


Neyse ki yanımda kimse yoktu, uçak da öyle dolu değildi. Korkumu ve çantamı yaydım yanımdaki koltuğa, ferah feza uçtum. Tabii yine gözlerim kapalı.

Beklediğimden daha iyi bir yolculukla İsviçre’ye geldim. Pasaporttaki polis pasaportumu pek bir inceledi. Başını sağa sola salladı. Arkadaşıyla bir şeyler konuştu. Meali; Tedirgin ol. Oldum da. Ama çaktırmadım. Neyse sonunda damgaladı verdi. O kadar kasmayaydı iyiydi. Avrupa’da ilk yalnız dolaşımım, el insaf yani.

İsviçre’de Basel’e geldim. 18 yıllık dostumun yaşadığı yere.

İlk görüşte kaynarsınız ya birbirinize, sanki bin yıldır tanıyor gibi. 18 yıl önce ilk görüşte tanıdık birbirimizi. Sonra sevdik, ağladık, güldük, eğlendik, birbirimizin kucağına hatalarımızı, pişmanlıklarımızı, mutluluklarımızı, mutsuzluklarımızı, göz yaşlarımızı döktük, hiç yargılanmadık, hep anlaşıldık.

Kıymetlilerden yani. Dostlukla kardeşliğin iç içe geçtiği kıymetlilik.

Onunla da 4 gün kaldım. Güzel ailesiyle, güzel Basel’de harika 4 gün. Şehri keşifle, nefis yemeklerle, tatlı sohbetle geçen günlerin sonunda evin 2.5 yaşındaki, güler yüzlü, dünya tatlısı, neşeli çocuğuna kalbimi verip Viyana’ya doğru yola çıktım.

Seyahat devam ediyor. Viyana uçağı da küçüktü haliyle. Ama ilkinden alıştığım için sorun etmedim. Yanımda bir kadın oturuyordu. Onunla uçak kalkıncaya kadar sohbet ettik. İstanbul’u methettim, mutlaka gelip görsün dedim. Türkçe bilseydi inşallah derdi. Uçak kalkınca ben pozisyon almalıyım, gözler kapanacak, etrafla iletişim kesilecek. Kadıncağızla da ne güzel sohbet ediyorduk. Ama riske giremem.

Galiba gözlerimi kapatma sebebim başımın döneceği korkusu. Çünkü uzun bir süre demir eksikliğinden tayyare gibi gezdim, tam da baş dönmesi değil aslında ama hani tansiyonunuz düşünce bir garip olursunuz ya, işte öyle bir şey. Bu baş dönmesini daha önce uçakta yaşamıştım O yüzdendir ki uzun zaman istediğim seyahatleri yapamamıştım. Sanırım gözümü kapatarak başımın dönmeyeceğini garanti ediyorum kendime. Bak bak, bana da bak. Neler neler yapıyor muşum bilincimin altıyla. Vallahi ben de şimdi aydım yaşadıklarıma. Tespit aslında. Olabilir yani.

O kadar korkmama rağmen büyük makinelerden daha iyi bir iniş yaptık. Hiç anlamadım bile tekerin yere değdiğini. Kalkıp kaptanı alkışlayacaktım, gözlerime yaşlar hücum edecekti de ben bırakmadım.

Uçağa binmenin en güzel yanı, inmek. Teker yere değince şükür kotamı aşıyorum. O kadar yani. 

Viyana pasaporta geldim. Polis bir şeyler söylüyor anlamıyorum, dedim dilinizi bilmiyorum, adam tuğist diyor ama anlamıyorum öyle içine içine konuşuyor ki, dedim; “İngilizce derseniz belki anlarım”. Yine dedi ki “tuğisssstt”. Haaa dedim yes yes tuğist. Adam turistik ziyaret mi, demek istiyormuş iki saattir.

Viyana. Nasıl yeşil, yemyeşil, yepyeşil.. Dağların tepeleri bile yeşil. Kıraç yer yok. Zaten dağların her biri çizgi film karesi. Nereye baksan az sonra Heidi ve Peter el ele koşarak yamaçtan inecekler gibi. Joseph de peşlerinde. Her yer fotoğraf. Akıp gidiyor yanından. Gördüğünü görüyorsun, göremediğinin hatırı kalıyor.

Viyana’da harika organize edilmiş 8 gün. Rehberimiz aileden. Çok yakından. Candan ciğerden.  Saraylar, bahçeler, köyler, müzeler, hayvanat bahçeleri, şehir turları sonunda Viyana’ya aşık olunmazsa olmaz.

Dedim ya, yeşil, yemyeşil, yepyeşil.. Gözlerimiz yeşerdi. Gerçekten.

Avrupa buradan farklı. İlginç şeyler oluyor orada.

 

Mesela genelde insanlar zayıf. Hareketli bir yaşam sürdüklerinden olabilir. Yemek masalarında ekmek olmuyor. Yemekten sonra mutlaka espresso içiyorlar. 

Viyana’da yaşlı nüfus çok. Kadınların yaşlı olanlarının bazıları şık şıkırdım, kırmızı rujlu, ojeli, saçları yapılı, genç işi ya da şık kıyafetler giyinmiş oluyorlar. Çoğunluğu dışarıda hayata karışıklar. Yürüteçle, bastonla, eşlerinin yardımıyla, ne olursa olsun dışarıdalar, doğadalar. Yürüyüş yapılıyorlar. Yaz kış, soğuk, sıcak fark etmiyor.

Bizim yaşlılarımız genelde hastalıklarla boğuşuyorlar. Sağlıklı yaşlanan az olmalı. Üstelik yaşlılıklarının başında erkenden gidenleri de var.  Bizde yaşama tutunmak, sevinç, hayatın içinde olmak yok sanki. Bilmiyorum belki sebep ekonomiktir belki kültüreldir, belki her ikisidir ama ne olursa olsun yaşlıların bu hallerine pek özendim.

Avrupa’da musluk suyu içiliyor. Buna da özendim doğrusu. Bizim gibi ne idüğü belirsiz plastik damacanalardaki suları değil, doğal temiz, içilecek kadar lezzetli suları içiyorlar. Zahmetsizce. Musluğu aç, doldur bardağını. Aslında benim küçüklüğümde de su musluktan içilirdi. Ne güzeldi ne doğal…

Avrupa sokaklarında sahipsiz kedi ya da köpek yok. Ama herkesin evinde bahçesinde kedisi ve köpeği var.  Hayvan seviyorlar. İnsan da seviyorlar. Değerli her iki canlı grubu da. Bunu hissediyorsun. Hissettiriyorlar.

Avrupa çooook pahalı. Tabii bize göre. Euro’nun yalın ayak koşuyor olmasının etkisi olabilir.

Ulaşım pahalı. (Ülkeler arası uçak bilet fiyatlarını ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. En az 8 saatlik tren yolculuğu fiyatları da dudağımı aynı şekilde uçuklattığı için uçağı seçtim.) Yemek pahalı, kıyafet pahalı. Hatta tuvalet bile pahalı. 1.5 Euro (Yaklaşık 7.5 TL) Yok yok, aslında 50 Cent de, paraya bakmadan ve üstünü saymadan aldığım için 1.5 Euro ödemiş oldum. Neyse para benim değildi nasılsa. Ama borcum borç tabii, rehberimize 2 Euro borçluyum.

Her yer leylak. Nasıl da güzel kokuyor. Fotoğraf çekerken kokulu fotoğraf çekilebildiğini görebilecek miyim acaba, diyor insan. Çekilebilmeli yani. Görmeliyim ben de.

Shönbru (Güzel Çeşme) Sarayının bahçesini görmeli herkes. Bahçede gezinti yapabileceğiniz at arabaları var. Viyana’da onlara Fiyaka deniyor. Atları çok temiz ve çok yakışıklı. Kulaklarındaki beyaz kılıf dışarıdaki trafikten ve sesten etkilenmemeleri için. Çok iyi bakılıyorlar. Büyükada’daki gariban atlar geldi aklıma onları görünce. Viyana’daki atlar bile orada yaşadıkları için şanslılar.

Otel ve evlerdeki çift kişilik yatakta iki ayrı yorgan var. Yastıklar zaten ayrı, Aynı yatakta yattıklarıyla seviyeli bir ilişkileri olduğunu düşünüyorum.

Avrupa’daki Türkler, Avrupa’daki Türkler’den pek hazzetmiyorlar. Nedenini tam olarak çözemedim ama Avrupa’ya entegre olamamış, aslında milliyetinden değil yaradılışından dolayı kaba, vurdumduymaz, kural tanımaz olanlar böyle düşündürtüyor olabilir.

Öyle ki, mesela biri yanlış bir şey yaptı, yol vermedi ya da arabadan bir şey attı, ilk söylenen: “Kesin Türk’tür!” Ama gelin görün ki mesela biz yaya olarak araçları kollayıp kırmızı ışıkta geçiyoruz ve “Ne de olsa Türk’üz” deyip gülebiliyoruz. İlginç bir milletiz vesselam. 

Hepsi böyle değil tabii, örneğin Almanya’da Türkiye’dekinden daha sıkı dostlukların ve komşulukların olduğunu dinledik, hatta gördük. Neredeyse çocukluğumuzun komşulukları yaşatılırmış bazı yerlerde. Gurbette olmak aynı dili konuştuğun, aynı geçmişi taşıdığın, aynı toprak koktuğun biriyle yakınlaştırıyor demek ki. Bu safiyeti koruyabildiklerine sevindim.

Avrupa’da şehir içi ulaşım ilginç. Şöyle ki, günlük bilet aldın diyelim, Viyana’da ilk biletini ilk bindiğin araçta okutuyorsun, tüm gün bir daha kullanmıyorsun bileti. Neye binersen bin göstermiyorsun da. Aslında İlk bindiğine de okutmayabilirsin. Yani biletsiz de binebilirsin ama yakalanırsan 100 Euro ceza ödemek zorundasın. Sivil görevliler dolaşıyor çünkü. Güveniyorlar sana. Vicdanına ve iç disiplinine bırakıyorlar işi.

İsviçre’de liseyi bitirmek çok önemli. (Hani eskiden lise bizde de çok mühimdi, hatta zordu bitirebilmek ama bitirdiğinizde devlet memuru bile olunabiliyordu ki önemli bir şeydi bu.)

Liseyi bitiren biri en az dört dil biliyor. Mezun olduktan sonra üniversiteye başvurmadan önce ilgi duyulan mesleğin stajı yapılabiliyor. Üstelik devlet para da veriyor.  1 aylık staj sonunda o işi yapabileceğine inanıyor ve seviyorsa, o üniversiteyi seçiyor. Üniversite sınavı yok. İstediği okula girebilmesi için öğrencilik hayatı boyunca notlarını hep yüksek tutmak zorunda.

Ev kiralamak o kadar kolay değil. Sayfa sayfa soru cevaplamanız gerek. Çocuk var mı, kaç kişi yaşayacak, sigara içiyor musunuz, gibi sorular soruyorlar. Kişi sayısına göre ev gösteriyorlar size. Yani iki kişi 4 odalı bir evde oturamıyor.

Çöpler ayrıştırılıyor.

Marketlerin manav bölümün tartı işini kendiniz yapıyorsunuz. Fiyat etiketinde ürün kodu da yazıyor, kasadan önce tartıya gidip kodu girerek aldığınız ürünü kendini tartıyorsunuz. Yapamazsanız yardımcı oluyorlar ama siz yapın diye az eleman bulunduruyorlar. Burada insanlar birbirine güveniyorlar. Belki kendilerine güveniyorlar, kurallara uymak gerekliliğini ihmal etmeyi düşünmedikleri için. Türkiye’de de bu sistemin olabileceğini düşünmek istiyorum ama sonra istemiyorum. Adil, vicdanlı, kurallara uyan doğru dürüst insan var ülkemizde ama olmayanlar da var. O yüzden henüz oraya gelmedik sanırım.

Devlet evin önündeki kanalizasyona giden yağmur suyundan vergi alıyor ama eğer yağmur suyunu bahçende ya da evinde biriktirerek kullandığını beyan edeceğin bir sistem kurmuşsan vergi vermemen de olası . Sistemi kurmak pahalı, vergi ödeniyor o yüzden.

Bazı apartmanlarda çamaşır odası var, salonu hatta. Her dairenin çamaşır günü var ve herkes oraya para ödüyor. İstersen kendi evine çamaşır makinası alıp tesisat kurabiliyorsun ama çamaşır odası için ayrılan yere para ödemek zorundasın yine de.

Avrupa’da isteyen kendi sebzesini meyvesini yetiştirip, barbeküsünü yapıp yemek yiyeceği küçük barakaları olan bahçeler kiralayabiliyor. Özellikle hafta sonları nefes almak, toprakla uğraşmak, aileyle vakit geçirmek için birebir. Yürüyorlar, doğadalar, toprakla uğraşıyorlar, organik besleniyorlar, bunları yapabildikleri için sağlıklı yaşlanıyorlar belki de.

Yolda yürürken evlerin önüne bırakılmış eşyalar görebiliyorsunuz. İşinize yaramadığını düşündüğünüz herhangi bir eşyayı kapınızın önüne bırakıyorsunuz. Üstüne Gratis (ücretsiz) yazıyorsunuz. Görüp beğenen biri olursa, alıp evine götürebiliyor. Dışarı bıraktığınız eşyayı görevliler alsın istiyorsanız belediyede bu toplama işini yapan çöp departmanına ayrıca para ödüyorsunuz, makbuzunu eşyanın üstüne koyuyorsunuz, gelip alıyorlar.

 

İşte böyleyken böyle.

 

İnternet paketi almadım. Yollarda, orada burada bakmamak, gittiğimiz yerlerin tadını çıkarmak için. Ama aslında ne telefon ne de fotoğraf makinası almalı. İnternet yok ama bu defa fotoğrafın kölesi oluyorsunuz. Gördüğünüz her şeyi çekmek istiyorsunuz. Ama çoğu manzaraya küçücük ekrandan bakıyorsunuz. Aklımızın sınırsız hafızasına kaydedemiyoruz, illa mekanik, sınırlı bir hafıza kullanacağız. Çektiğim fotoğraflar size yarayacak şimdi. Gezdiğimi, gördüğümü yeşermiş gözlerimden siz de göreceksiniz.

Hayatıma harika anılar, fotoğraflar, tatlar katan ve beni her gittiğim yerde mükemmel ağırlayan tüm ev sahiplerine, dostlarıma bin teşekkür. 

Haydi şimdi fotoğraflara.. 

Fotoğraf mekanları: Dusseldorf,  Neus , Köln, Dortmund, Castrel Rauxe, Hese, Basel, Zell Am See, Hallstatt, Gouse Walfgang Gölü, Salsfledd Huninge

Nisan-Mayıs 2018

Nuray İlbars Kömürcü

















































viyana















































































































































































































Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...