Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

22 Nisan 2020

Uçurum




Seni düşünmek uçurumun kenarında durmak gibi. Ayağımın altından taşlar kayıyor.
Korkudan kendimi başka bir yerde, başka bir zamandaymış gibi düşünmeye çalışıyorum. Hiçbir şey olmamış da, her şey eskisi gibiymiş gibi.
Dışarı çıkamadığımız zamanlardayız. Eskiden, yokluğunun varlığında boğulmaya başladığım zamanlarda, kendimi dışarı atıp kilometrelerce yürüyordum. Yürürken seni düşünmek oluyordu ama dururken düşünmek olmuyor.
Seni düşünmekten kaçıyorum yine. Dışarı çıkamadığımız için baban ve ablanla her an bir aradayız. Her zamankinden daha hassaslaştık birbirimize. Ablan hala gelip yüzümdeki üzgün mimiklerimi güldürmeye çalışıyor eliyle. Derinden alamadığımız her nefes diğerinin de nefsini alıyor. Yani demem o ki birimizin yüzündeki bulut diğerinin kalbine yağmur olup yağıyor.
Hepimiz iyi olmalıyız. O yüzden bence üçümüz de kaçıyoruz senden. Yalnız kalabildiğimiz zamanlarda hepimizdeki sen beliriyordu ve olmayışınla bir şekilde konuşup, üzülüp, ağlayıp, yaşatabiliyorduk seni. Şimdi sanki seni sandıklara koyup kaldırdık ve kapağı açmaya dahi korkuyoruz.
Kolay mı öyle? Hiçbirimiz için kolay değil.
Ev tıka basa seninle dolu. Baktığımız her yerdesin.
Dışarı çıkabildiğimiz zamanlarda hayatın akışı, insanlar bir süre içimizdeki seni perdeleyebiliyordu ama ilk yalnız kaldığımızda kalbimizde beliren hep sendin…
Şimdilerde kendi içimde seni dışarı çıkaramadan, hatta içimde bunca olduğunu kendime bile gösteremeden geçiyor zaman. Gölgesiz, bulutsuz görünmek için kat kat perdeler çekiyorum içime. İyi görünmek zorundalığı ve iyi olmamak arasında sıkışmış hissediyorum bazen. Eskiden olduğu gibi internette yazılar yazıyorum, fotoğraflar paylaşıyorum. Yemek yapıyorum, film izliyorum, evde kendime işler üretiyorum. Evde herkes kendini oyalamaya çalışıyor. Aslında şu anda dünyada evde kalmak zorunda kalan herkes bunu yapıyor ama onlar zaman geçirmek için yapıyorlar, sıkılmamak için.
Düşünmekten kaçmak işi başka. Yaşayanlar biliyor bunu…
Baş edememekten korkuyorsunuz, kenarına geldiğiniz uçurumdan düşmekten. Düşüp de hala yaşıyor olsanız bile kalan enkazınızı yanınızdakilere bırakmak istemediğinizden.
Herkes içinde bir savaş verirken içlerine bir cephe daha açmak istemediğinizden.
Düşünmekten kaçıyorum da, öyle bir an geliyor ki kaçmak ne mümkün!
Geçenlerde özlemim boyumu aştı, bir cesaret açıp fotoğraflarına baktım. Seni görünce daha da artan, kavuşmasız bir özlemek bu! Yakıyor, buram buram tütüyorsun.. Nasıl bir yoksunluk! Bilemezsin. Boşluğa sarılıp seni hissetmeye çalışmak, kollarının bomboş kalması, baş edilmez bir yokluk…
Ablan da ara ara yapıyor bunu. Fotoğraflarına bakıyor, rüyasına geliyorsun, öyle öyle onun da gözlerine doluyorsun.
Her gece rüyama gelesin, iyi olduğunu göreyim diye dua ediyorum Allah’a. Gelmiyorsun.
Gel...
Öyle bir dönemdeyiz ki kimse yakınlarıyla görüşemiyor. Arkadaşlarını, anne babasını, çocuklarını göremiyor. Herkes özlüyor birbirini ama görüntülü konuşmayla özlem gideriliyor öyle böyle.
Ben seninle dünya gözüyle artık hiç özlem gideremeyeceğim canlı canlı. O güzel sesinle, gülüşünü, güzel gözlerini göremeyeceğim, “Annem” deyişini duyamayacağım. Artık seni hiç göremeyeceğim gerçeğiyle yaşamaya çalışmaktan başka bir şey yapmıyorum oğlum.
Canım….
Oğlum demeyi bile özlediğim…
Havaalanında son kez sarıldığımız anı başa sarıp sarıp izliyorum.
İçimin sana doğru coştuğu zamanlarda "Annesinin gülü" diye seni sevdiğimde, “Annem ben kız mıyım, gül falan” deyip güldüğünü hatırlıyorum. “Ama çok seviyorum n’apayım” dediğimi.
Brokoliyi ne çok sevdiğini. “Fehiman teyzemin yaptığı gibi yapamıyorsun deyişini, tarifini alıp yaptığımda bile, eh fena değil, deyişini ve senden sonra artık hiç brokoli yemediğimi.
Makyaj yaptığımda ya da yeni bir kıyafet denediğimde sana gösterince “Göz makyajın fazla koyu, elbise yakışmamış” diye söylerdin, dan diye. İçi dışı bir, söyleyeceği şeyi kimseden hiçbir sebeple sakınmayanım. Eğilip bükülmeyenim, doğrucum.
Teyze demezdin teyzelerine ya da arkadaşlarıma. “Teyzem” derdin, bana “Annem” dediğin gibi.
Ne güzel sahiplenmeydi o. Bir harf ekleyip de ne güzel sevmekti…
Baban odanı düzenledi geçenlerde. Her şeyin odanda hala. Sadece senin bıraktığın gibi değil. Masanı camın önüne aldık. Pencereden dışarısı güzel görünüyor. Sen de keşke böyle yapsaydın, diye hayıflandım ama müzik sisteminle ilgili hassas dengelerin vardı senin. Odanı ona göre düzenlemiştin.
Görebiliyor musun acaba odanı, bizi?
Yokluğunun sessizliği kulakları sağır edecek kadar çok.
Yokluk hala kabulsüz kalbimde. Hala anlamsız. Hala inanılmaz.
Sen niye rüyama gelmiyorsun?
Gel…
15 Nisan 2020
15.00

Bu da geçer





Sahilde oturup denize bakabiliyordum. Kendimle kalıp özlemimi kederimi gözyaşımla döküyordum denize. Artık onu da yapamıyorum. Çıkıp sadece yolu uzatarak sakin yerlerde maskeyle mahalleyi dolaşmak da zaman zaman işe yarıyor.. Zira iki günden fazla evde duramıyorum, sığamıyorum.
Elbet bu günler de geçecek.
Ortaköy'un kuşları geri gelecek, cıvıl cıvıl çocuklar kuşların, kedilerin peşinde koşturacak, insanlar yine kumpir sırasına girip çay bahçelerinde oturacaklar.
Elbet geçecek..
İçlerinde geçirilemeyecek, eve sığamayacak kadar taşkın kederle evde kalmak zorunda olan herkese, hepimize Allah yardım etsin.

En Zor Soru



Odana kaloriferini açmak için her girdiğimde o gün aklıma geliyor.
Sen uyurken girmiştim, odan soğuktu, kaloriferini açmak istedim. Uyandın, “Anne lütfen odamın ısısını değiştirme, gerekirse ben açarım ya da kaparım.”
Ama oğlum soğuk, üşürsün diye açtım, dedim.
Yok açma, ben üşürsem açarım, dedin.
Tabii öyle. Üşüyüp üşümediklerine, aç olup olmadıklarına bile biz karar vermek istiyoruz, müdahale ediyoruz.
Hele küçük çocuklara. Çocuk doydum diyor, hayır sen doymamışsındır, diye kaşık kaşık yemek tıkıştırıyoruz bin bir oyunla.
Öğrendiğim bir ders daha: Çocuk bazen benden iyi bilir, her şeyi ben bilemem.
Alakalı alakasız her şey seni hatırlatıyor. Unuttuğumdan değil, her baktığımda, düşündüğüm her şeyde sen varsın, sadece o anı getiriyor bazı sözler, objeler.. Az önce kaşık kaşık yemek tıkmak dedim ya, aklıma ne geldi bak:
Mutfaktaki kaşıklığı düzenliyor, kullanmadıklarımızı çıkarıyordum. Yanımdaydın sen de, yardım ediyordun bana. Çocukken aldığımız sapı mavi, ayıcıklı kaşığını gördün ve dedin ki, “Anne bu kaşığı sakın atma. Başka eve taşınsak bile atma.”
Atmadım ama evde bulamıyorum. Belki sen aldın bir yere koydun, inşallah öyledir. Odandaki eşyalarının hepsine bakabilecek zamana geldiğimde inşallah bulurum.
Bazen bakamıyorum kıyafetlerine, eşyalarına ama bazen kazağını, kabanını giyecek kadar cesaret geliyor.
Dün çekmeceleri düzenlerken cüzdanını gördüm mesela. Başka bir yerde vesikalık fotoğraflarını. Öylece baktım.
Soyut ve somut birbirinin içinde sarmaşık gibi dolaşık.
Yaşam ve ölüm. Birbirinden ayrılmıyor.
Bakıyorum fotoğrafına. Yok, bu çocuk yok olmuş olamaz diyorum. Var gibi çünkü.
Dün bir alışveriş merkezinde aile kartı almak için makinaya bilgiler girmemiz gerekti. Hani hep kaçtığım soru var ya: “Kaç çocuğunuz var?”
Daha önce biri sordu, şimdi bir makine. Babanla birlikte dolduruyorduk. O kendi kart bilgilerine cevap olarak 1 yazmış, benimkine de 1 yazdı. Kalbimden bir el çıkıp 1’i 2 yaptı. 2 çocuğumuz var.
Daha önce bir arkadaşımın kız arkadaşı sordu, seni bildiği halde, başka biriyle karıştırarak. Nereye kadar kaçacağım ki, elbet gelecekti o soru.
Kaç çocuğun var?
O gün cevapsız kaldım. Sessiz gözyaşı bazen bir sözlük dolusu kelimeden daha çok cümle kuruyor.
Cevap vermekten mutlu olduğum, gurur duyduğum, içimin sevindiği dünyanın en kolay sorusunun cevabı lal edecek kadar zorlaşıyor zamanı gelince.
Susuyorsun, ne diyeceksin? O kadar kolay mı bir çırpıda bunu söyleyivermek. Daha kabul edememişken, kendine yokluğu ikna edememişken?
Kızımın varlığına bin şükür ama oğlumun yokluğuna ne yok diyebiliyorum ne de var. İşte burası dolaşık. Yoklukla varlık arası sıkışık.
Hissettiklerimi anlatabileceğim insanlarım var çok şükür ki. Tanımadıklarım, tanıdıklarım.. Bazen biri öyle bir şey diyor ki önünüze bir ışık hüzmesi düşürüyor. Onu takip ederek ilerlemeye çalışıyorsunuz. Ayrı zamanlarda konuştuğum üç kişi aynı şeyleri söyledi örneğin. Ve bunu yapabilmemi sağladı bir nebze:
Artık teslim olduğum tek şey var. Normal olduğum günler ve kötü olduğum günlerin olabileceği. Bunu kabul edebiliyorum sadece. Birkaç hafta önce bunu da kabul edemiyordum. Neden böyle normal her şey, neden ben bu akıştayım, neden bazen hiçbir şey olmamış gibi hissediyorum demelerimi, normallikte fazla kaldığımda seni, sana gözyaşımı, içimde dumanı tüten koru arayıp bulma çabamı bıraktım.
Öyle oluyor, senden uzaklaşmışım gibi, oysa bir anım bile sensiz geçmiyor ki. Gittiğim her yerde, eğer sen de gittiysen adımların buraya değdi diye yerlere bakarak yürüyorum ben.
Geçenlerde Kadıköy’de Yel Değirmeni’ne gittim arkadaşımla. Hani sen demiştin, burada ev fiyatları fena değil, belki ileride ev alıp burada otururum ben, diye.
Bunu bilerek orada dolaştım. Ara sokaklarına girdik çıktık. Kesin sen karış karış biliyorsundur, dedim buraları. İşte buradan da geçmişsindir, bu kafede oturmuşsundur belki, diye geçirdim hep içimden. Dışımdan başka şeyler konuşurken üstelik. Gayet normal görünürken. İçimle dışım denk değil, gerçek yalan bir değil.
Evet, hala biri bana yalan söylemiş gibi geliyor. Böyle bir şey olmamış gibi. Olanın üstünde kalın bir perde var gibi ve bana gösterilmiyor gibi.
Ve ben hala çok korkuyorum o gerçeğin gerçek olduğunu anlayacağım andan. Ve bazen şükrediyorum iyi ki gösterilmiyor, iyi ki perde arkasında tutuluyor diye.
Belki de biliyorum, perde arkasında değil. Ben öyle sanıyorum.
Aslında ne biliyorum biliyor musun? Hiçbir şey bilmediğimi.
Kimsenin bir şey bilmediğini. Bunu yaşayan da bilmiyor, yaşamayan da.
Yaşayan kendi acısını tanıyor ancak ve kendi yolunda gördüğünü söylüyor. Yaşamayan bilmeden, varsayarak elinden tutmaya çalışıyor.
Ama hiçbirimiz bilmiyoruz.
Ne düz bir çizgi var bu korla üstünde yürüyeceğimiz ne de tek bir gerçek var. Olmalı ya da olmamalı değil hiçbir şey.
Ne geliyorsa onu yaşıyorsun.
İşte ben bu son dönemde ne geliyorsa onu yaşayayım fazına geçmiş gibi hissediyorum.
Normalsem normalim, kötüysem kötüyüm.
Her halime şükretmeyi öğütlüyorum kendime.
Başka yapacak hiçbir şey yok zira.
Ben zaten seni her daim içinde döndürürken, ismin, yerler, kokular, nesneler ateşli ışık tutuyor kalbimdekine. Ruhum kamaşıyor, nefesim daralıyor ama sonra geçiyor. Sonra yine…
Nasılsın, diye soranlara bir öyleyim bir böyle demem ondan.
Allah’a şükür dediğim de, derin alabildiğim nefesler için, İpek'e “Her şey yolunda, bak iyiyim” maskesini takacak gücü verdiği için.
Hala her sabah uyandığımda rüyama geldin sanıyorum, bazen emin oluyorum ama bir türlü hatırlayamıyorum. Rüyamda görmüş olmak lüks. Çok önemli. Hatırladığım an, yüzümü gerçekten güldüren tek an. İyi ki rüyalar var.
Yok olanı nasıl var göreceğiz yoksa.
Uyandıktan sonra uzun bir süre olmayanı varmış gibi gördüğümü hatırlamaya çalışmak var burada.
Orada gerçekten olan varsa gidin bir sarılın, benim için de.
Odandan,
Masandan
17 Subat 2020
10 27

Rüya



Her sabah uyandığımda, rüyamda seni gördüm mü acaba, diye soruyorum kendime. Sanki her gece görüyormuşum gibi geliyor, öyle bir duyguyla uyanıyorum ve köşe bucak seni arıyorum rüyalarımın her yerinde. Bazen buluyorum, yüzümde yarım bir gülüş beliriyor.

Bazen bulamıyorum, hüzün…
Gün içinde de her şey seninle ilgili zaten. Gördüğüm, düşündüğüm, konuştuğum her şeyin yolu sana çıkıyor.
Geçenlerde gece yatmadan salonda küçük bir kelebek gördüm. Aldım avucuma, dışarı salayım dedim, avucumda çırpındı. Bir an, ya bu kelebek sensen, eve gelmiş bir köşede durup bizimle vakit geçiriyorsan, diye geçti içimden. Dışarısı da soğuk, sen soğuk sevmezsin, çok üşürsün diye düşünüp avucumu açtım, saldım seni. Hala evdesin. Ne zaman istersen kendin çıkarsın.
Böyle, kelebek, martı, sana benzeyen biri, hep buradasın, bendesin. Geçen gün yolda karşı kaldırımda gördüm birini, elimi kaldırıp, ne haber Barış, diye seslenmek geldi içimden. Bu ilk defa oldu mesela. Kendime şaşırdım sonra..
Psikoloğuma gitmeden önce onunla konuşmak istediklerimle ilgili notlar alıyorum. Uzun bir süre bir şey yazmadım. Hatta randevuyu iptal mi etsem acaba, ne konuşacağım, diyordum. İçim sessizleşmişti.
Ama süreç tam da doktorun söylediği gibi ilerliyor. Zannediyorum ki biraz düzlüğe çıktım, sonra bir bakıyorum daha yokuşun başındayım.
Çözüldüm yavaş yavaş sanıyorum, ama yok, her şey hala kaskatı. Gerçekle bağım kopuyor. İnanamamak, anlayamamak, kabullenememek, konumlandıramamak en başta nasılsa şimdi aynı karşılığıyla duruyor önümde.
Bir arpa boyu yol gitmemiş gibiyim.
Ama bazen biraz ilerledim gibi geliyor. Öyle yanıltıcı, anlaşılmaz, karmaşık bir süreç. Hayata kaldığın yerden devam edemiyorsun, Kaldığın yerde kalakalmış haldesin çünkü. 

Yani diyeceğim, doktorla konuşacaklarımın listesi uzun…
Beni okuyan arkadaşların var biliyorum, bizi ve seni tanıyanlar da okuyorlar. Onlardan bir ricam olacak:
Barış’la çekilmiş ya da onu yalnız çektiğiniz fotoğraf ya da video varsa bana gönderebilir misiniz?
Senden sonra lise arkadaşların okulda ve dışarıda çekildiğiniz bir sürü fotoğraf getirmişti bana. Gidişinden iki ay önce güneye gittiğin arkadaşların da orada çekildiğiniz video ve fotoğrafları gönderdi bana. Üniversitede çekilmiş bir videonda da var bende. Ama yetmiyor. Hepsini eskittim.
Görünce üzülürüm sanmayın, üzülmek böyle bir durumda içi boş bir kelime. Üzülmenin ötesinde hissettiklerim.
Hiç görmediğim bir fotoğrafını görünce sanki Barış hala yaşıyor da, bana yeni çekildiği fotoğrafını göndermiş gibi geliyor.
Barış hala yaşıyor bende evet, yoksa ziyarete nasıl gidebiliyorum, nasıl öyle taş gibi durup, sadece çiçeklerini temizleyip, toprağını sulayıp, dua edip dönebiliyorum?
Seni oraya koymuş olsam yapabilir miyim bunları böyle?
Seni oraya koyabilecek miyim ki?

Hayatımın bir yerine bu gerçeği koyabilecek miyim? Onunla yaşamaya alışabilecek miyim? İnsan buna neden alışsın? İnsan o olmadan onunla yaşamaya nasıl, neden alışsın? 

Zaman geçiyor mu, geçiyor evet. Yiyorsun, içiyorsun, konuşuyorsun, uyuyorsun, hayata bir yerinden tutunmaya çabalıyorsun, gün bitiyor. Ama böyle böyle, her daim sorular içinde, dalgalarla boğuşmakla geçiyor. Bazen dışarıdan normalmişim gibi görünerek, bayağı bir yol almışım gibi hatta.
”Hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değildir” denir ya, ben bunu içeriden biliyorum artık.
Varsa eğer göndereceğiniz fotoğraflar umarım ki güleçtir. Gülmese de olur ama üzgün olmasın yeter. Onunla ilgili hatırlamak istediklerim de, görmek istediklerimde güleç olsun, üzgün bir anı düşünmeye bile takatim yok.
Facebook bazen eski fotoğrafları hatırlatıyor, bazen telefonda eski fotoğraf albümü çıkıyor. Hepsini tarıyorum bir fotoğrafını görebilir miyim, diye. En son dün babana seni hatırlatmış Facebook, amcan ve babanla çekilmişsiniz. Ne güzel gülmüşsün, boyun posun ne güzel, nasıl yakışıklısın… Her kareni inceledim, ellerini, gözlerini, saçlarını. Yeşil kabanını giymişsin ya dışarı çıkacaksın ya dışarıdan gelmişsin ama gülüyorsun. Fotoğraf çekilmeyi pek sevmezdin, özellikle son zamanlarda yüzünün göründüğü, kameraya baktığın fotoğraf pek az. Böyle fotoğraflar kıymetleniyor bu yüzden. 

Rüyama da her gün gelip bir fotoğraf bıraksan bana ne olur? Seni rüyamda her gün görmek devam edebilmem için yol olur. Hiç görememekten iyi. Buna bile razıyım. Başka seçeneğim de yok tabii..
Umarım çok fotoğrafın vardır görmediğim.
Umarım bana iyi olduğunu bir yolla söylersin. İşaretlere gözüm kulağım, kalbim açık.
Seni seviyorum.
Özlüyorum.
Çok.

Odandan, masandan
22 Ocak 2020
9.28

Sahipsiz İkinci Doğum Günün


Bir yaş daha büyürdün yaşasaydın.
Orada büyümek, yaşlanmak falan yok değil mi? Nasıl gittiysen öyle.
Benim içimde, aklımda, kalbimde öyle en azından. Bu evden nasıl gittiysen öyle. Kısacık saçların, kirli sakalınla. Gülen gözlerinle.
Aslında bir sürü diyeceğim var sana ama diyemiyorum.
Öyle bir susmak geldi birkaç gündür.
Bugün biraz sesim çıkmışken, sana da sesleneyim dedim…
Doğum günün ve yılbaşı, sensizliğin devleştiği zamanlar.
Yeni yıl için iyi dilek dileyecek dilim lal, görecek gözüm kör, duyacak kulağım sağır oldu.
İçime, sana kaçığım günlerdir.
Bu sabah kahvaltı hazırladım doğum günü çocuğuna.
Kelebekli, kalpli tabaklarda.
Eskiden neşeyle hazırladım.
Bugün burnumun direği sızlayarak...
Yiyemeyeceksin biliyorum ama olsun. İçimden geldi.
Amcanın getirdiği kaşarı da koydum tabağa.
Bir aydır ablanın penceresine martılar geliyor. Hatta öyle alıştılar ki her sabah gagalarıyla camı tıklatıyorlar, açız besle bizi diye.. .
Sen de böyle derdin, “Annem açım, beni besle.”
Küçük bir kap aldım, ona koyuyorum yiyecekleri. Bu sabah senin sevdiğin kaşarı ve yumurtayı koydum içine. Sen yiyormuşsun gibi geliyor bazen.
Hani yaratılan hiçbir canlı yok olmaz, enerjiye dönermiş ya, sen de belki martıya dönüştün, bilmiyorum ki. Ekmek yediğin zamanlarda dışarıda yemek yemişsem, cevizli, üzümlü küçük sandviç ekmeklerini hep sana getirirdim ya hani. Şimdi yine öyle yapıyorum. Hatta masada kalan her şeyi getiriyorum. Martılar yesin diye.
Martıların hepsinin adı Jonathan, Martı kitabındaki Jonathan. Senin gibi özgür, sıra dışı, sabırlı, cesur…
Odandayım.
Her detayı inceliyorum, düşünüyorum…
Balkonu odaya katarak genişletmek istediğini söylemiştin birkaç yıl önce. Balkon küçüktü ama orada kuş sesleriyle kahvaltı etmeyi seviyorduk ama senin daha geniş, ferah bir odada yaşaman daha önemliydi benim için. İstediğini yaptık. Müzik yaparken ses alt kata gitmesin diye, zemine ses yalıtım malzemesi koydurarak döşemeleri de değiştirdik. Kapıların da değişti. Odana hediye olsun diye sevdiğin kalın mor perdelerden yaptırdım. Ferah, rahat, güzel bir oda oldu. Şimdi iyi ki istediğini yaptık dediğim odanın keyfini ancak 1.5 yıl sürebildin.
Genelde ben vakit geçiriyorum odanda. Seninle sohbete geliyorum ya da yatağına uzanıp camdan yağmuru izleyerek seni düşünüyorum. Yağmurla birlikte sensiz odana ağlıyoruz.
Duvarlarına fotoğraflarını asmak istiyorum ama henüz hazır değiliz sanırım. Zamanı gelir belki.
Doğum günün kutlu olsun yavrum. Geldik yanına, sarıldım buz gibi taşa, gördün mü beni? Kutladım doğum gününü. Sonra gidip sevdiğin börekten aldım. Sahilde senin yerine bir genç yedi. Bu artık doğum gününü kutlama ritüelim oldu.
Sen mum üflemeyi, özel günleri, hediyeleri falan önemsemiyordun pek ama yine de o gün senin için bir şey yapmadan geçmiyor.
Doğum günün ve olmadığın yeni bir yıla girmek kalbime sığmıyor, çok büyük, ağır, sancılı. Kalbimde sancıyı hissedecek kadar sancılı.
İçimde kurulmamış yılbaşı ağacının dalları kuru, süsleri kırık, ışığı bozuk.
Ama sen içimde hep yeşilsin, hep ışıklı.
İyi ki doğdun, iyi ki benim kara gözlüm oldun.
Seni çok seviyorum yavrum.
Katlanan özlemim ve sevgimle.
Odandan
Masandan
02 Ocak 2020
13.07

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...