Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

11 Temmuz 2020

Özleyince?



Mesela özleyince ne yapıyoruz? Normal şartlarda arıyoruz ya da çağırıyoruz ya da yanına gidiyoruz, görüyoruz, sarılıyoruz, öpüyoruz, içimizdeki özlemi uçurup kuş oluyoruz.
Normal olmayan şartlarda özleyince ne yapıyoruz?

20 ay bitti. Daha da aylar bitecek. Uzaklaştıkça yakınlaşan özleme ne yapıyoruz?

Görmek için sadece fotoğraf ve video var. Onlara bakacak cesaret de yoksa?

Özleyince ne yapıyoruz?????
????????

2 Temmuz 2020
18.00
Kuruçeşme / Sığınak

Ağaç

Ağaç firtınayla kökünden kopmuş kurumuş, devrilmiş. Sonra içinden yeşermiş.
Çünkü öyle.
Doğadaysa eğer, süregenlikteyse yeri, yaşamaya, yeşermeye devam ediyor.
Hatta içinden bir ömürlük ağaç daha çıkıyor.
Hayat böyle.                                       
Kökünden kopuyorsun, kuruyorsun. Sonra yeşeriyorsun..
Ama şu var ki yeşermek istemiyorsun aslında.
Toprak üstüne devrilmiş kuru halini öź biliyorsun.
Sanki daha önce hiç yeşil değilmiş gibi. Rengin yokmuş gibi.
Renklenmek yakışıksız.
Bütün renkleri solanından ayrıysan ilelebet..
Yakışıksız.
Yakışıklı olan tek o.
Aklımda kalan hali.
Tek o.
O da topraģa devrildi ama yeşerme ümidi bile yok.
Ormanında başka ağaçlarla yeşerdi, can buldu diyebiliriz belki ama ne dersek diyelim o başka formda ve boyuttaki halini onun bedeninde, onun gibi göremedikçe yokluğum tamamlanmıyor.
Ormana geldim. Kuşlar ötüyor.
Temiz hava şükredeceğim kadar ciğerlerime doluyor.
Kalbime dolanı tutamıyorum içimde.
2 Haziran 2020
Yildiz Korusu
15.30

10 Mayıs 2020

Anneler Günü






Seni düşünmekten kaçarken anneler günüyle ilgili bir reklamla sel oldun geldin kalbime. Çocuk annesini görüntülü arıyor, annesi ona yemek tarifi veriyor. Oğlu kendi evinde, düzeninde. Mutlu, var, yaşıyor. Anne onu görüyor diye mutlu, oğlan annesiyle konuşuyor diye.

Sen de olsaydın, arasaydın beni, yemek tarifi sorsaydın, kendi evin olsaydı. Olabilirdi bunların hepsi. Öyle içimi yaktı ki olmayışın ve bunları hiçbir zaman yapamayacak oluşumuz. Öyle keskin bir yüze vuruş.

Reklamlar amacını aşıyor bazen.

Dün anneler günü hediyesi gibi geldin rüyama. Sağlıklı, neşeli. Sarıldık. Daha da gördüm aslında. Uyanınca çok zorladım kendimi ama hatırlayamadım. Tek kare sen bile yetti yine de. Hiç olmamandan her zaman iyi.

Bazen diyorum uyuyunca hep seni göreceksem, uyusam hep. Sonra diyorum hayır uyuyamazsın öyle, kızın ne olacak?

Bugün anneler günü.

Ablan bana kendi elleriyle hediyeler hazırlamış. Bir gözüm sana ağlıyor yoksun diye, bir gözüm ablana gülüyor var, diye. Beni mutlu etmeye çalışırken ellerini boş bırakmayayım, diye. Onun da annesiyim diye.

Ortadan ikiye bölünüyor insan. Biri varlığa, biri yokluğa.

Varlık yok olmamaya sebep.

Yokluk yok olmaya davet.

Ortada duruyorum.

Zor. Bir süredir daha da zor. Evden çıkamama hali iyice takatimi kesti.

Annem bir şeyden korktuğu ya da endişelendiği zaman “Ruhum bacaları geziyor, derdi. Ne demek olduğunu hiç anlamamıştım şimdiye kadar. Şu demekmiş; Ruhun bedeninden ayrılıyor, her an bir şey olacak korkusuyla yere göğe sığmıyorsun. Ne yapsan da bu histen kurtulsan bilemiyorsun. Merkezde kalamıyorsun. Her şey sana korkutucu ve dayanılmaz geliyor, izlediğin, okuduğun, duyduğun, düşündüğün her şey. Yürüsen olmuyor, otursan olmuyor, bir şeylerle uğraşsan olmuyor. O ruh geri gelip sakinleşene kadar öyle oradan oraya savruluyorsun. Ağır çekimde bir kuyunun dibine doğru çığlıklarla düşmek gibi. Düşüp betona çakılsam da bitse şu içimdeki, diyorsun bazen.

Zaman zaman her şey anlamını öyle bir yitiriyor ki. Dedene günlerin nasıl geçiyor dediğimde, gün dolduruyorum kızım, dediği gibi hissediyorum. Gün doldurmak, yaşıyor gibi yapmak. Hayatın hiçbir şeyinden zerre tat almamak.  Hiçbir şeye mutlu bir anlam yükleyememek. Zaman zaman, niye dünyadayız ki, dünya neden var, biz niye geldik buraya, demeye bile varıyor iş.

Hiç tam hissedememek var bir de.

Hiç ama hiç.

Ola ki nefesimi tam alıyorum, ola ki güneş parlıyor, bahar kokuyor her yer, bir anlık güzel bir his gelecek gibi oluyor; bir anda boşlukta yokluğun yankılanıyor ve o nefes boğazımda kalıyor her defasında.

Bir tam günü nefesim tam, kalbim yerinde atarken yaşayamıyorum uzun zamandır. Ya boğazımda bir el ya göğsüme oturmuş bir kaya ya da kalbim kulaklarımda atarak geçiyor gün.

Bir nefes tonlarca ağırlaşır mı? Çekiyorsun gelmiyor, çekiyorsun gelmiyor. Zaten azıcık kalmış içimde. Mutlu olmak, keyifli olmak, huzurlu olmak değil nefesimin hafifleşmesi ve o nefesi kendiliğinden, sakince, sonuna kadar alabilmek önemli oluyor sadece. O nefesi alayım ve oturup normal insanlar gibi, günlük anlamlı- anlamsız şeylere sinirlenip üzüleyim diyorsun. Evladı hasta ya da gitmiş olmayan tüm annelerin yaşadıklarını yaşayayım; Çocuk dersini yapmadı, yemeğini yemedi, telefonda çok konuştu, sesini yükseltti, geç geldi, benimle ilgilenmiyor, konuşmuyor. Bunun gibi şeylere dertleneyim istiyorsun. Normal insanlar gibi. O içindekini ömrünün sonuna kadar taşımayacağını bilmek, içinde olanın çözülür şeyler olduğunu, bugün geçmezse yarın geçeceğini bilmek. Mesela gülünce gerçekten gülmek, yüzünün tüm hatlarıyla, neşeyle, kalbinle. Tasasız.

Bunlar kıymetli.

Evladı gidenler bir daha hiç öyle gülemiyor. Kendimden biliyorum ama kalan annelerin fotoğraflarında da görüyorum bunu. Gülmeye çalışmış ama başaramamış, belli. Dudakları gülüyor gibi ama gözleri buz tutmuş. Kesin biri gülümse demiştir hatta. Yoksa öyle kameraya bakıp göz dolusu, ağız dolusu gülmeler buhar olup uçuyor. Zorla, ittirerek gülümsemeye çalışmak kalıyor yüzünde tortu gibi.

İki gün önce de rüyamdaydın. Bir balonun içinde aşağı inerken, senin olduğun bir binanın yakınından geçiyorduk ve sen beni görüp el salladın gülerek. Öyle güzel bir iletişimdi ki, öyle mutlu. Rüyamda yaşadığını görmek kadar dünyada daha değerli, anlamlı, mutlu, neşeli, tam, doygun bir şey yok...  

Uyandığımda yaşamıyor olduğunu bilmek de bir o kadar kötü, eğik, bükük, keskin, katlanılmaz, eksik, boş, yarım.

Yani sadece rüyada mutlu olabiliyorum evlat.

O da sen varsan.

Son zamanlarda buradan giden herkes o kadar iyi, o kadar kıymetli, herkesten farklı ve akıllı ki orada yaşadığınız dünyanın iyilerle tıka basa dolu bir yer olduğuna, oranın daha mutlu bir yer olduğuna inancım kuvvetleniyor.

Akıllıydın sen çok. Minicik elektrik devrelerinden müzik aletleri, kumandalar yapıyordun, icatların vardı. Kendini devamlı oyalıyordun, mutlaka zamanını anlamlı kılacak bir şeyler yapıyordun. Uyumayı da çok seviyordun sen.

Burada, bu zamanda olsaydın ne yapardın, diye düşünüyorum bazen. Her zamanki gibi yapacak bir şey mutlaka bulurdun. Bize güzel yemekler yapardın mesela. Bazen ailece kâğıt oynardık. Geçenlerde küçük bir defterde oynadığımız oyunun skorunu gördüm. Sen kazanmışsın. Senin, babanın ablanın ve benim isimlerimiz yazıyor. Sen yoksun ama adın var. Her yerde.

Dün odandaki bir çekmeceyi açtım, dışarı çıkarken aldığın küçük siyah çantayı gördüm, yeşil pantolonunu bir de. Rengi neredeyse yer yer kahverengi ve sarıya dönmüş yeşil pantolonun. Yenisini alayım dediğimde, hayır bu böyle daha güzel, dediğin. Markaya, kıyafete, eşyaya düşkün değildin hiç. İhtiyacın olmadığı hiçbir şey almıyordun. Müzik aletleri, bir şeyler üretmek, müzik yapmak, yemek yemek ve uyumak sana fazlasıyla yetiyordu. Öyle azla öyle çok ve doygundun ki.

Zaman geçtikçe ağırlaşıyor kalbim. Özlem, yokluk, yaşananlar, yaşanmakta olanlar, yaşanacaklar dağ gibi önümde. Tırmanacak gücüm kalmıyor bazen.

18 ay geçmiş. Kim bilir kaç ay, kaç yıl daha geçecek. Yokluk elini tutmuş seninle birlikte bana doğru geliyor.

Annem olsaydı bütün bu içimdekileri nasıl yaşardım diye düşünüyorum bazen. O bizi üzmemek için kendi içindekini göstermedi bize. Ben de kızıma göstermemeye çalışıyorum. Anneme gösterir miydim içimi mesela?

Annem Barış'tan sonra kuzenimin rüyasına gelip sevinçle yeşillikler içinde çok güzel bir ev aldığını söylemiş.  Barış geliyor, onunla yaşayacağız orada, demiş. 

Buradan aslında oradakinin yeni gelene sevindiğini ve güzel bir yere gidildiğini anlayabiliriz. 

Ve tabii buradan gidenden oradakinin haberdar olduğunu. Onun gibi oğlumu kaybettiğimi o da biliyor aslında.

Annem on üç yıl önce gitti oraya.

Babam ve abim de annemin Barış’ı karşıladığı gibi onu da sevinçle karşılamışlardır inşallah.



18 ay sonra Barışsızlığa nasıl boş gözlerle bakıyorsam, on üç yıl sonra annemsizliğe aynı boş gözlerle bakıyorum.

Göz anlamla dolmuyor, yaşla doluyor ancak.

Gittiler de nereye?

Yeşilliğe, güzelliğe, saf sevgiye, huzura, güvene, asıl yuvalarına.

Onları ziyarete gittiğimde annemle babama birbirinize iyi bakın, diyordum.

Şimdi oğluma iyi bakın, diyorum.

Annem Barış'ımı çok severdi, o da annemi. Ah annem oğlumun gençliğini, boyunu posunu, uzun saçlarını, sakallarını, adam adam hallerini göremedi. Daha bir severdi görseydi. 

Her mutluluğunu görseydi mesela. 

Barış üniversiteyi kazandığında, böyle bir anlık, elim telefona gidip anneme söyleyeyim sevinsin, diye geçmişti içimden. 

O aymak anı ne biçim andır öyle...

Telefon numarası kayıtlı ama arasan bulamazsın.

Silinmez o numaralar.

Olsun.

Dursun.



Öyle dağınık ki ruhum.



Benim güzel annem...

İyi kalplim. 

Temiz ruhlum.

İyi insanım.

Allah'ın yanındasın, ailenin üçüyle..

Oradaki hayatınız buradakinden bin kat güzel olsun.

Anneler günün kutlu olsun.

Hepinize özlemle sarılıyorum...

Çok çok çok seviyorum.



Oğlum, canım..

Senden istediğim aynı.

Rüyama gel, bana gül, bana sarıl…



Odandan,

Masandan

10 Mayıs 2020

18.47










22 Nisan 2020

Uçurum




Seni düşünmek uçurumun kenarında durmak gibi. Ayağımın altından taşlar kayıyor.
Korkudan kendimi başka bir yerde, başka bir zamandaymış gibi düşünmeye çalışıyorum. Hiçbir şey olmamış da, her şey eskisi gibiymiş gibi.
Dışarı çıkamadığımız zamanlardayız. Eskiden, yokluğunun varlığında boğulmaya başladığım zamanlarda, kendimi dışarı atıp kilometrelerce yürüyordum. Yürürken seni düşünmek oluyordu ama dururken düşünmek olmuyor.
Seni düşünmekten kaçıyorum yine. Dışarı çıkamadığımız için baban ve ablanla her an bir aradayız. Her zamankinden daha hassaslaştık birbirimize. Ablan hala gelip yüzümdeki üzgün mimiklerimi güldürmeye çalışıyor eliyle. Derinden alamadığımız her nefes diğerinin de nefsini alıyor. Yani demem o ki birimizin yüzündeki bulut diğerinin kalbine yağmur olup yağıyor.
Hepimiz iyi olmalıyız. O yüzden bence üçümüz de kaçıyoruz senden. Yalnız kalabildiğimiz zamanlarda hepimizdeki sen beliriyordu ve olmayışınla bir şekilde konuşup, üzülüp, ağlayıp, yaşatabiliyorduk seni. Şimdi sanki seni sandıklara koyup kaldırdık ve kapağı açmaya dahi korkuyoruz.
Kolay mı öyle? Hiçbirimiz için kolay değil.
Ev tıka basa seninle dolu. Baktığımız her yerdesin.
Dışarı çıkabildiğimiz zamanlarda hayatın akışı, insanlar bir süre içimizdeki seni perdeleyebiliyordu ama ilk yalnız kaldığımızda kalbimizde beliren hep sendin…
Şimdilerde kendi içimde seni dışarı çıkaramadan, hatta içimde bunca olduğunu kendime bile gösteremeden geçiyor zaman. Gölgesiz, bulutsuz görünmek için kat kat perdeler çekiyorum içime. İyi görünmek zorundalığı ve iyi olmamak arasında sıkışmış hissediyorum bazen. Eskiden olduğu gibi internette yazılar yazıyorum, fotoğraflar paylaşıyorum. Yemek yapıyorum, film izliyorum, evde kendime işler üretiyorum. Evde herkes kendini oyalamaya çalışıyor. Aslında şu anda dünyada evde kalmak zorunda kalan herkes bunu yapıyor ama onlar zaman geçirmek için yapıyorlar, sıkılmamak için.
Düşünmekten kaçmak işi başka. Yaşayanlar biliyor bunu…
Baş edememekten korkuyorsunuz, kenarına geldiğiniz uçurumdan düşmekten. Düşüp de hala yaşıyor olsanız bile kalan enkazınızı yanınızdakilere bırakmak istemediğinizden.
Herkes içinde bir savaş verirken içlerine bir cephe daha açmak istemediğinizden.
Düşünmekten kaçıyorum da, öyle bir an geliyor ki kaçmak ne mümkün!
Geçenlerde özlemim boyumu aştı, bir cesaret açıp fotoğraflarına baktım. Seni görünce daha da artan, kavuşmasız bir özlemek bu! Yakıyor, buram buram tütüyorsun.. Nasıl bir yoksunluk! Bilemezsin. Boşluğa sarılıp seni hissetmeye çalışmak, kollarının bomboş kalması, baş edilmez bir yokluk…
Ablan da ara ara yapıyor bunu. Fotoğraflarına bakıyor, rüyasına geliyorsun, öyle öyle onun da gözlerine doluyorsun.
Her gece rüyama gelesin, iyi olduğunu göreyim diye dua ediyorum Allah’a. Gelmiyorsun.
Gel...
Öyle bir dönemdeyiz ki kimse yakınlarıyla görüşemiyor. Arkadaşlarını, anne babasını, çocuklarını göremiyor. Herkes özlüyor birbirini ama görüntülü konuşmayla özlem gideriliyor öyle böyle.
Ben seninle dünya gözüyle artık hiç özlem gideremeyeceğim canlı canlı. O güzel sesinle, gülüşünü, güzel gözlerini göremeyeceğim, “Annem” deyişini duyamayacağım. Artık seni hiç göremeyeceğim gerçeğiyle yaşamaya çalışmaktan başka bir şey yapmıyorum oğlum.
Canım….
Oğlum demeyi bile özlediğim…
Havaalanında son kez sarıldığımız anı başa sarıp sarıp izliyorum.
İçimin sana doğru coştuğu zamanlarda "Annesinin gülü" diye seni sevdiğimde, “Annem ben kız mıyım, gül falan” deyip güldüğünü hatırlıyorum. “Ama çok seviyorum n’apayım” dediğimi.
Brokoliyi ne çok sevdiğini. “Fehiman teyzemin yaptığı gibi yapamıyorsun deyişini, tarifini alıp yaptığımda bile, eh fena değil, deyişini ve senden sonra artık hiç brokoli yemediğimi.
Makyaj yaptığımda ya da yeni bir kıyafet denediğimde sana gösterince “Göz makyajın fazla koyu, elbise yakışmamış” diye söylerdin, dan diye. İçi dışı bir, söyleyeceği şeyi kimseden hiçbir sebeple sakınmayanım. Eğilip bükülmeyenim, doğrucum.
Teyze demezdin teyzelerine ya da arkadaşlarıma. “Teyzem” derdin, bana “Annem” dediğin gibi.
Ne güzel sahiplenmeydi o. Bir harf ekleyip de ne güzel sevmekti…
Baban odanı düzenledi geçenlerde. Her şeyin odanda hala. Sadece senin bıraktığın gibi değil. Masanı camın önüne aldık. Pencereden dışarısı güzel görünüyor. Sen de keşke böyle yapsaydın, diye hayıflandım ama müzik sisteminle ilgili hassas dengelerin vardı senin. Odanı ona göre düzenlemiştin.
Görebiliyor musun acaba odanı, bizi?
Yokluğunun sessizliği kulakları sağır edecek kadar çok.
Yokluk hala kabulsüz kalbimde. Hala anlamsız. Hala inanılmaz.
Sen niye rüyama gelmiyorsun?
Gel…
15 Nisan 2020
15.00

Bu da geçer





Sahilde oturup denize bakabiliyordum. Kendimle kalıp özlemimi kederimi gözyaşımla döküyordum denize. Artık onu da yapamıyorum. Çıkıp sadece yolu uzatarak sakin yerlerde maskeyle mahalleyi dolaşmak da zaman zaman işe yarıyor.. Zira iki günden fazla evde duramıyorum, sığamıyorum.
Elbet bu günler de geçecek.
Ortaköy'un kuşları geri gelecek, cıvıl cıvıl çocuklar kuşların, kedilerin peşinde koşturacak, insanlar yine kumpir sırasına girip çay bahçelerinde oturacaklar.
Elbet geçecek..
İçlerinde geçirilemeyecek, eve sığamayacak kadar taşkın kederle evde kalmak zorunda olan herkese, hepimize Allah yardım etsin.

En Zor Soru



Odana kaloriferini açmak için her girdiğimde o gün aklıma geliyor.
Sen uyurken girmiştim, odan soğuktu, kaloriferini açmak istedim. Uyandın, “Anne lütfen odamın ısısını değiştirme, gerekirse ben açarım ya da kaparım.”
Ama oğlum soğuk, üşürsün diye açtım, dedim.
Yok açma, ben üşürsem açarım, dedin.
Tabii öyle. Üşüyüp üşümediklerine, aç olup olmadıklarına bile biz karar vermek istiyoruz, müdahale ediyoruz.
Hele küçük çocuklara. Çocuk doydum diyor, hayır sen doymamışsındır, diye kaşık kaşık yemek tıkıştırıyoruz bin bir oyunla.
Öğrendiğim bir ders daha: Çocuk bazen benden iyi bilir, her şeyi ben bilemem.
Alakalı alakasız her şey seni hatırlatıyor. Unuttuğumdan değil, her baktığımda, düşündüğüm her şeyde sen varsın, sadece o anı getiriyor bazı sözler, objeler.. Az önce kaşık kaşık yemek tıkmak dedim ya, aklıma ne geldi bak:
Mutfaktaki kaşıklığı düzenliyor, kullanmadıklarımızı çıkarıyordum. Yanımdaydın sen de, yardım ediyordun bana. Çocukken aldığımız sapı mavi, ayıcıklı kaşığını gördün ve dedin ki, “Anne bu kaşığı sakın atma. Başka eve taşınsak bile atma.”
Atmadım ama evde bulamıyorum. Belki sen aldın bir yere koydun, inşallah öyledir. Odandaki eşyalarının hepsine bakabilecek zamana geldiğimde inşallah bulurum.
Bazen bakamıyorum kıyafetlerine, eşyalarına ama bazen kazağını, kabanını giyecek kadar cesaret geliyor.
Dün çekmeceleri düzenlerken cüzdanını gördüm mesela. Başka bir yerde vesikalık fotoğraflarını. Öylece baktım.
Soyut ve somut birbirinin içinde sarmaşık gibi dolaşık.
Yaşam ve ölüm. Birbirinden ayrılmıyor.
Bakıyorum fotoğrafına. Yok, bu çocuk yok olmuş olamaz diyorum. Var gibi çünkü.
Dün bir alışveriş merkezinde aile kartı almak için makinaya bilgiler girmemiz gerekti. Hani hep kaçtığım soru var ya: “Kaç çocuğunuz var?”
Daha önce biri sordu, şimdi bir makine. Babanla birlikte dolduruyorduk. O kendi kart bilgilerine cevap olarak 1 yazmış, benimkine de 1 yazdı. Kalbimden bir el çıkıp 1’i 2 yaptı. 2 çocuğumuz var.
Daha önce bir arkadaşımın kız arkadaşı sordu, seni bildiği halde, başka biriyle karıştırarak. Nereye kadar kaçacağım ki, elbet gelecekti o soru.
Kaç çocuğun var?
O gün cevapsız kaldım. Sessiz gözyaşı bazen bir sözlük dolusu kelimeden daha çok cümle kuruyor.
Cevap vermekten mutlu olduğum, gurur duyduğum, içimin sevindiği dünyanın en kolay sorusunun cevabı lal edecek kadar zorlaşıyor zamanı gelince.
Susuyorsun, ne diyeceksin? O kadar kolay mı bir çırpıda bunu söyleyivermek. Daha kabul edememişken, kendine yokluğu ikna edememişken?
Kızımın varlığına bin şükür ama oğlumun yokluğuna ne yok diyebiliyorum ne de var. İşte burası dolaşık. Yoklukla varlık arası sıkışık.
Hissettiklerimi anlatabileceğim insanlarım var çok şükür ki. Tanımadıklarım, tanıdıklarım.. Bazen biri öyle bir şey diyor ki önünüze bir ışık hüzmesi düşürüyor. Onu takip ederek ilerlemeye çalışıyorsunuz. Ayrı zamanlarda konuştuğum üç kişi aynı şeyleri söyledi örneğin. Ve bunu yapabilmemi sağladı bir nebze:
Artık teslim olduğum tek şey var. Normal olduğum günler ve kötü olduğum günlerin olabileceği. Bunu kabul edebiliyorum sadece. Birkaç hafta önce bunu da kabul edemiyordum. Neden böyle normal her şey, neden ben bu akıştayım, neden bazen hiçbir şey olmamış gibi hissediyorum demelerimi, normallikte fazla kaldığımda seni, sana gözyaşımı, içimde dumanı tüten koru arayıp bulma çabamı bıraktım.
Öyle oluyor, senden uzaklaşmışım gibi, oysa bir anım bile sensiz geçmiyor ki. Gittiğim her yerde, eğer sen de gittiysen adımların buraya değdi diye yerlere bakarak yürüyorum ben.
Geçenlerde Kadıköy’de Yel Değirmeni’ne gittim arkadaşımla. Hani sen demiştin, burada ev fiyatları fena değil, belki ileride ev alıp burada otururum ben, diye.
Bunu bilerek orada dolaştım. Ara sokaklarına girdik çıktık. Kesin sen karış karış biliyorsundur, dedim buraları. İşte buradan da geçmişsindir, bu kafede oturmuşsundur belki, diye geçirdim hep içimden. Dışımdan başka şeyler konuşurken üstelik. Gayet normal görünürken. İçimle dışım denk değil, gerçek yalan bir değil.
Evet, hala biri bana yalan söylemiş gibi geliyor. Böyle bir şey olmamış gibi. Olanın üstünde kalın bir perde var gibi ve bana gösterilmiyor gibi.
Ve ben hala çok korkuyorum o gerçeğin gerçek olduğunu anlayacağım andan. Ve bazen şükrediyorum iyi ki gösterilmiyor, iyi ki perde arkasında tutuluyor diye.
Belki de biliyorum, perde arkasında değil. Ben öyle sanıyorum.
Aslında ne biliyorum biliyor musun? Hiçbir şey bilmediğimi.
Kimsenin bir şey bilmediğini. Bunu yaşayan da bilmiyor, yaşamayan da.
Yaşayan kendi acısını tanıyor ancak ve kendi yolunda gördüğünü söylüyor. Yaşamayan bilmeden, varsayarak elinden tutmaya çalışıyor.
Ama hiçbirimiz bilmiyoruz.
Ne düz bir çizgi var bu korla üstünde yürüyeceğimiz ne de tek bir gerçek var. Olmalı ya da olmamalı değil hiçbir şey.
Ne geliyorsa onu yaşıyorsun.
İşte ben bu son dönemde ne geliyorsa onu yaşayayım fazına geçmiş gibi hissediyorum.
Normalsem normalim, kötüysem kötüyüm.
Her halime şükretmeyi öğütlüyorum kendime.
Başka yapacak hiçbir şey yok zira.
Ben zaten seni her daim içinde döndürürken, ismin, yerler, kokular, nesneler ateşli ışık tutuyor kalbimdekine. Ruhum kamaşıyor, nefesim daralıyor ama sonra geçiyor. Sonra yine…
Nasılsın, diye soranlara bir öyleyim bir böyle demem ondan.
Allah’a şükür dediğim de, derin alabildiğim nefesler için, İpek'e “Her şey yolunda, bak iyiyim” maskesini takacak gücü verdiği için.
Hala her sabah uyandığımda rüyama geldin sanıyorum, bazen emin oluyorum ama bir türlü hatırlayamıyorum. Rüyamda görmüş olmak lüks. Çok önemli. Hatırladığım an, yüzümü gerçekten güldüren tek an. İyi ki rüyalar var.
Yok olanı nasıl var göreceğiz yoksa.
Uyandıktan sonra uzun bir süre olmayanı varmış gibi gördüğümü hatırlamaya çalışmak var burada.
Orada gerçekten olan varsa gidin bir sarılın, benim için de.
Odandan,
Masandan
17 Subat 2020
10 27

Rüya



Her sabah uyandığımda, rüyamda seni gördüm mü acaba, diye soruyorum kendime. Sanki her gece görüyormuşum gibi geliyor, öyle bir duyguyla uyanıyorum ve köşe bucak seni arıyorum rüyalarımın her yerinde. Bazen buluyorum, yüzümde yarım bir gülüş beliriyor.

Bazen bulamıyorum, hüzün…
Gün içinde de her şey seninle ilgili zaten. Gördüğüm, düşündüğüm, konuştuğum her şeyin yolu sana çıkıyor.
Geçenlerde gece yatmadan salonda küçük bir kelebek gördüm. Aldım avucuma, dışarı salayım dedim, avucumda çırpındı. Bir an, ya bu kelebek sensen, eve gelmiş bir köşede durup bizimle vakit geçiriyorsan, diye geçti içimden. Dışarısı da soğuk, sen soğuk sevmezsin, çok üşürsün diye düşünüp avucumu açtım, saldım seni. Hala evdesin. Ne zaman istersen kendin çıkarsın.
Böyle, kelebek, martı, sana benzeyen biri, hep buradasın, bendesin. Geçen gün yolda karşı kaldırımda gördüm birini, elimi kaldırıp, ne haber Barış, diye seslenmek geldi içimden. Bu ilk defa oldu mesela. Kendime şaşırdım sonra..
Psikoloğuma gitmeden önce onunla konuşmak istediklerimle ilgili notlar alıyorum. Uzun bir süre bir şey yazmadım. Hatta randevuyu iptal mi etsem acaba, ne konuşacağım, diyordum. İçim sessizleşmişti.
Ama süreç tam da doktorun söylediği gibi ilerliyor. Zannediyorum ki biraz düzlüğe çıktım, sonra bir bakıyorum daha yokuşun başındayım.
Çözüldüm yavaş yavaş sanıyorum, ama yok, her şey hala kaskatı. Gerçekle bağım kopuyor. İnanamamak, anlayamamak, kabullenememek, konumlandıramamak en başta nasılsa şimdi aynı karşılığıyla duruyor önümde.
Bir arpa boyu yol gitmemiş gibiyim.
Ama bazen biraz ilerledim gibi geliyor. Öyle yanıltıcı, anlaşılmaz, karmaşık bir süreç. Hayata kaldığın yerden devam edemiyorsun, Kaldığın yerde kalakalmış haldesin çünkü. 

Yani diyeceğim, doktorla konuşacaklarımın listesi uzun…
Beni okuyan arkadaşların var biliyorum, bizi ve seni tanıyanlar da okuyorlar. Onlardan bir ricam olacak:
Barış’la çekilmiş ya da onu yalnız çektiğiniz fotoğraf ya da video varsa bana gönderebilir misiniz?
Senden sonra lise arkadaşların okulda ve dışarıda çekildiğiniz bir sürü fotoğraf getirmişti bana. Gidişinden iki ay önce güneye gittiğin arkadaşların da orada çekildiğiniz video ve fotoğrafları gönderdi bana. Üniversitede çekilmiş bir videonda da var bende. Ama yetmiyor. Hepsini eskittim.
Görünce üzülürüm sanmayın, üzülmek böyle bir durumda içi boş bir kelime. Üzülmenin ötesinde hissettiklerim.
Hiç görmediğim bir fotoğrafını görünce sanki Barış hala yaşıyor da, bana yeni çekildiği fotoğrafını göndermiş gibi geliyor.
Barış hala yaşıyor bende evet, yoksa ziyarete nasıl gidebiliyorum, nasıl öyle taş gibi durup, sadece çiçeklerini temizleyip, toprağını sulayıp, dua edip dönebiliyorum?
Seni oraya koymuş olsam yapabilir miyim bunları böyle?
Seni oraya koyabilecek miyim ki?

Hayatımın bir yerine bu gerçeği koyabilecek miyim? Onunla yaşamaya alışabilecek miyim? İnsan buna neden alışsın? İnsan o olmadan onunla yaşamaya nasıl, neden alışsın? 

Zaman geçiyor mu, geçiyor evet. Yiyorsun, içiyorsun, konuşuyorsun, uyuyorsun, hayata bir yerinden tutunmaya çabalıyorsun, gün bitiyor. Ama böyle böyle, her daim sorular içinde, dalgalarla boğuşmakla geçiyor. Bazen dışarıdan normalmişim gibi görünerek, bayağı bir yol almışım gibi hatta.
”Hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değildir” denir ya, ben bunu içeriden biliyorum artık.
Varsa eğer göndereceğiniz fotoğraflar umarım ki güleçtir. Gülmese de olur ama üzgün olmasın yeter. Onunla ilgili hatırlamak istediklerim de, görmek istediklerimde güleç olsun, üzgün bir anı düşünmeye bile takatim yok.
Facebook bazen eski fotoğrafları hatırlatıyor, bazen telefonda eski fotoğraf albümü çıkıyor. Hepsini tarıyorum bir fotoğrafını görebilir miyim, diye. En son dün babana seni hatırlatmış Facebook, amcan ve babanla çekilmişsiniz. Ne güzel gülmüşsün, boyun posun ne güzel, nasıl yakışıklısın… Her kareni inceledim, ellerini, gözlerini, saçlarını. Yeşil kabanını giymişsin ya dışarı çıkacaksın ya dışarıdan gelmişsin ama gülüyorsun. Fotoğraf çekilmeyi pek sevmezdin, özellikle son zamanlarda yüzünün göründüğü, kameraya baktığın fotoğraf pek az. Böyle fotoğraflar kıymetleniyor bu yüzden. 

Rüyama da her gün gelip bir fotoğraf bıraksan bana ne olur? Seni rüyamda her gün görmek devam edebilmem için yol olur. Hiç görememekten iyi. Buna bile razıyım. Başka seçeneğim de yok tabii..
Umarım çok fotoğrafın vardır görmediğim.
Umarım bana iyi olduğunu bir yolla söylersin. İşaretlere gözüm kulağım, kalbim açık.
Seni seviyorum.
Özlüyorum.
Çok.

Odandan, masandan
22 Ocak 2020
9.28
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...