Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

10 Mayıs 2020

Anneler Günü






Seni düşünmekten kaçarken anneler günüyle ilgili bir reklamla sel oldun geldin kalbime. Çocuk annesini görüntülü arıyor, annesi ona yemek tarifi veriyor. Oğlu kendi evinde, düzeninde. Mutlu, var, yaşıyor. Anne onu görüyor diye mutlu, oğlan annesiyle konuşuyor diye.

Sen de olsaydın, arasaydın beni, yemek tarifi sorsaydın, kendi evin olsaydı. Olabilirdi bunların hepsi. Öyle içimi yaktı ki olmayışın ve bunları hiçbir zaman yapamayacak oluşumuz. Öyle keskin bir yüze vuruş.

Reklamlar amacını aşıyor bazen.

Dün anneler günü hediyesi gibi geldin rüyama. Sağlıklı, neşeli. Sarıldık. Daha da gördüm aslında. Uyanınca çok zorladım kendimi ama hatırlayamadım. Tek kare sen bile yetti yine de. Hiç olmamandan her zaman iyi.

Bazen diyorum uyuyunca hep seni göreceksem, uyusam hep. Sonra diyorum hayır uyuyamazsın öyle, kızın ne olacak?

Bugün anneler günü.

Ablan bana kendi elleriyle hediyeler hazırlamış. Bir gözüm sana ağlıyor yoksun diye, bir gözüm ablana gülüyor var, diye. Beni mutlu etmeye çalışırken ellerini boş bırakmayayım, diye. Onun da annesiyim diye.

Ortadan ikiye bölünüyor insan. Biri varlığa, biri yokluğa.

Varlık yok olmamaya sebep.

Yokluk yok olmaya davet.

Ortada duruyorum.

Zor. Bir süredir daha da zor. Evden çıkamama hali iyice takatimi kesti.

Annem bir şeyden korktuğu ya da endişelendiği zaman “Ruhum bacaları geziyor, derdi. Ne demek olduğunu hiç anlamamıştım şimdiye kadar. Şu demekmiş; Ruhun bedeninden ayrılıyor, her an bir şey olacak korkusuyla yere göğe sığmıyorsun. Ne yapsan da bu histen kurtulsan bilemiyorsun. Merkezde kalamıyorsun. Her şey sana korkutucu ve dayanılmaz geliyor, izlediğin, okuduğun, duyduğun, düşündüğün her şey. Yürüsen olmuyor, otursan olmuyor, bir şeylerle uğraşsan olmuyor. O ruh geri gelip sakinleşene kadar öyle oradan oraya savruluyorsun. Ağır çekimde bir kuyunun dibine doğru çığlıklarla düşmek gibi. Düşüp betona çakılsam da bitse şu içimdeki, diyorsun bazen.

Zaman zaman her şey anlamını öyle bir yitiriyor ki. Dedene günlerin nasıl geçiyor dediğimde, gün dolduruyorum kızım, dediği gibi hissediyorum. Gün doldurmak, yaşıyor gibi yapmak. Hayatın hiçbir şeyinden zerre tat almamak.  Hiçbir şeye mutlu bir anlam yükleyememek. Zaman zaman, niye dünyadayız ki, dünya neden var, biz niye geldik buraya, demeye bile varıyor iş.

Hiç tam hissedememek var bir de.

Hiç ama hiç.

Ola ki nefesimi tam alıyorum, ola ki güneş parlıyor, bahar kokuyor her yer, bir anlık güzel bir his gelecek gibi oluyor; bir anda boşlukta yokluğun yankılanıyor ve o nefes boğazımda kalıyor her defasında.

Bir tam günü nefesim tam, kalbim yerinde atarken yaşayamıyorum uzun zamandır. Ya boğazımda bir el ya göğsüme oturmuş bir kaya ya da kalbim kulaklarımda atarak geçiyor gün.

Bir nefes tonlarca ağırlaşır mı? Çekiyorsun gelmiyor, çekiyorsun gelmiyor. Zaten azıcık kalmış içimde. Mutlu olmak, keyifli olmak, huzurlu olmak değil nefesimin hafifleşmesi ve o nefesi kendiliğinden, sakince, sonuna kadar alabilmek önemli oluyor sadece. O nefesi alayım ve oturup normal insanlar gibi, günlük anlamlı- anlamsız şeylere sinirlenip üzüleyim diyorsun. Evladı hasta ya da gitmiş olmayan tüm annelerin yaşadıklarını yaşayayım; Çocuk dersini yapmadı, yemeğini yemedi, telefonda çok konuştu, sesini yükseltti, geç geldi, benimle ilgilenmiyor, konuşmuyor. Bunun gibi şeylere dertleneyim istiyorsun. Normal insanlar gibi. O içindekini ömrünün sonuna kadar taşımayacağını bilmek, içinde olanın çözülür şeyler olduğunu, bugün geçmezse yarın geçeceğini bilmek. Mesela gülünce gerçekten gülmek, yüzünün tüm hatlarıyla, neşeyle, kalbinle. Tasasız.

Bunlar kıymetli.

Evladı gidenler bir daha hiç öyle gülemiyor. Kendimden biliyorum ama kalan annelerin fotoğraflarında da görüyorum bunu. Gülmeye çalışmış ama başaramamış, belli. Dudakları gülüyor gibi ama gözleri buz tutmuş. Kesin biri gülümse demiştir hatta. Yoksa öyle kameraya bakıp göz dolusu, ağız dolusu gülmeler buhar olup uçuyor. Zorla, ittirerek gülümsemeye çalışmak kalıyor yüzünde tortu gibi.

İki gün önce de rüyamdaydın. Bir balonun içinde aşağı inerken, senin olduğun bir binanın yakınından geçiyorduk ve sen beni görüp el salladın gülerek. Öyle güzel bir iletişimdi ki, öyle mutlu. Rüyamda yaşadığını görmek kadar dünyada daha değerli, anlamlı, mutlu, neşeli, tam, doygun bir şey yok...  

Uyandığımda yaşamıyor olduğunu bilmek de bir o kadar kötü, eğik, bükük, keskin, katlanılmaz, eksik, boş, yarım.

Yani sadece rüyada mutlu olabiliyorum evlat.

O da sen varsan.

Son zamanlarda buradan giden herkes o kadar iyi, o kadar kıymetli, herkesten farklı ve akıllı ki orada yaşadığınız dünyanın iyilerle tıka basa dolu bir yer olduğuna, oranın daha mutlu bir yer olduğuna inancım kuvvetleniyor.

Akıllıydın sen çok. Minicik elektrik devrelerinden müzik aletleri, kumandalar yapıyordun, icatların vardı. Kendini devamlı oyalıyordun, mutlaka zamanını anlamlı kılacak bir şeyler yapıyordun. Uyumayı da çok seviyordun sen.

Burada, bu zamanda olsaydın ne yapardın, diye düşünüyorum bazen. Her zamanki gibi yapacak bir şey mutlaka bulurdun. Bize güzel yemekler yapardın mesela. Bazen ailece kâğıt oynardık. Geçenlerde küçük bir defterde oynadığımız oyunun skorunu gördüm. Sen kazanmışsın. Senin, babanın ablanın ve benim isimlerimiz yazıyor. Sen yoksun ama adın var. Her yerde.

Dün odandaki bir çekmeceyi açtım, dışarı çıkarken aldığın küçük siyah çantayı gördüm, yeşil pantolonunu bir de. Rengi neredeyse yer yer kahverengi ve sarıya dönmüş yeşil pantolonun. Yenisini alayım dediğimde, hayır bu böyle daha güzel, dediğin. Markaya, kıyafete, eşyaya düşkün değildin hiç. İhtiyacın olmadığı hiçbir şey almıyordun. Müzik aletleri, bir şeyler üretmek, müzik yapmak, yemek yemek ve uyumak sana fazlasıyla yetiyordu. Öyle azla öyle çok ve doygundun ki.

Zaman geçtikçe ağırlaşıyor kalbim. Özlem, yokluk, yaşananlar, yaşanmakta olanlar, yaşanacaklar dağ gibi önümde. Tırmanacak gücüm kalmıyor bazen.

18 ay geçmiş. Kim bilir kaç ay, kaç yıl daha geçecek. Yokluk elini tutmuş seninle birlikte bana doğru geliyor.

Annem olsaydı bütün bu içimdekileri nasıl yaşardım diye düşünüyorum bazen. O bizi üzmemek için kendi içindekini göstermedi bize. Ben de kızıma göstermemeye çalışıyorum. Anneme gösterir miydim içimi mesela?

Annem Barış'tan sonra kuzenimin rüyasına gelip sevinçle yeşillikler içinde çok güzel bir ev aldığını söylemiş.  Barış geliyor, onunla yaşayacağız orada, demiş. 

Buradan aslında oradakinin yeni gelene sevindiğini ve güzel bir yere gidildiğini anlayabiliriz. 

Ve tabii buradan gidenden oradakinin haberdar olduğunu. Onun gibi oğlumu kaybettiğimi o da biliyor aslında.

Annem on üç yıl önce gitti oraya.

Babam ve abim de annemin Barış’ı karşıladığı gibi onu da sevinçle karşılamışlardır inşallah.



18 ay sonra Barışsızlığa nasıl boş gözlerle bakıyorsam, on üç yıl sonra annemsizliğe aynı boş gözlerle bakıyorum.

Göz anlamla dolmuyor, yaşla doluyor ancak.

Gittiler de nereye?

Yeşilliğe, güzelliğe, saf sevgiye, huzura, güvene, asıl yuvalarına.

Onları ziyarete gittiğimde annemle babama birbirinize iyi bakın, diyordum.

Şimdi oğluma iyi bakın, diyorum.

Annem Barış'ımı çok severdi, o da annemi. Ah annem oğlumun gençliğini, boyunu posunu, uzun saçlarını, sakallarını, adam adam hallerini göremedi. Daha bir severdi görseydi. 

Her mutluluğunu görseydi mesela. 

Barış üniversiteyi kazandığında, böyle bir anlık, elim telefona gidip anneme söyleyeyim sevinsin, diye geçmişti içimden. 

O aymak anı ne biçim andır öyle...

Telefon numarası kayıtlı ama arasan bulamazsın.

Silinmez o numaralar.

Olsun.

Dursun.



Öyle dağınık ki ruhum.



Benim güzel annem...

İyi kalplim. 

Temiz ruhlum.

İyi insanım.

Allah'ın yanındasın, ailenin üçüyle..

Oradaki hayatınız buradakinden bin kat güzel olsun.

Anneler günün kutlu olsun.

Hepinize özlemle sarılıyorum...

Çok çok çok seviyorum.



Oğlum, canım..

Senden istediğim aynı.

Rüyama gel, bana gül, bana sarıl…



Odandan,

Masandan

10 Mayıs 2020

18.47










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...