Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

08 Kasım 2019

Bir Günde İki Barış



Allah bence Barış’ı dünyaya gönderdi iki gün önce.
İki ayrı bedende.
İlki Kadıköy vapurunda, ikincisi Ortaköy Feriye’de.
Terapistime Barış’ı düşünmeyi özlediğimi söylediğim gün.
Onu düşünmekten deli gibi korktuğum on günden sonraki gün.
Düşünmekten korktum, kaçtım çünkü şimdiye dek hem buraya yazarak hem de kafamda bin bir halini oynattığım, izlediğim, duyduğum, sevdiğim, sarıldığım, Allah’a rüyama gelsin diye yalvardığım Barış’ımı düşünmek imkansızlaştı. Ziyarete bile gidemedim. İstemeden…
Neden?
Hani hep “artık Barış’ın olmadığını idrak edip anlarsam deliririm korkum vardı ya, o duygunun kapıma geldiğini deneyimlediğimden.
Ona dair bütün duygularım kontrolden çıktığından.
Bir yıl dolunca, şimdiye kadar yaşadığım derin mutsuzluk, keder, hüzün başka bir boyuta geçip dayanılmaz hal aldığından.
Bu yüzden hem Barış’ı hem de şimdiye kadar düşünürken yanımda tuttuğum tüm cephanemi kaldırıp bir sandığa koydum.
Teselliyi, tevekkülü, sabrı her şeyi.
Hal böyle olunca tabii, ortada bir başına savunmasız kalakaldım.
Düşünmekten kaçmaya çalışıyorsun, zorluyorsun, hiçbir şey için çabalamadığın kadar çabalıyorsun ama kolay mı? Hiç değil.
Başaramadığım zamanlarda gerçek aklıma geldikçe kaçacak delik aradım; içimdeki zapt edilemez zehirli heyecandan, kalbimin kulağımda atan huzursuz sesinden, ruhumu, kalbimi acımasızca eğip büken, nefes aldırmayan sıkıntıdan kaçabilmek için kilometrelerce yürüdüm…
Normal olmayı özlediğim zamanlar oldu Mutlu değil, neşeli değil, iyi hiçbir duygudan söz etmiyorum. Sadece “normal olmak”.
Üzüleceksem sıradan şeylere üzülmek. Saçma sapan, anlamsız, küçük şeylere kafayı takmak, onlarla oyalanmak.
Öyle baş edilemez bir duygu ki bu, öyle kaçıp saklanmayacağınız, unutup gündelik hayata kendinizi kaptıramadığınız, içinizdeki fırtınayı -tam anlamıyla fırtınayı- dindiremediğiniz kontrolsüz bir halle baş etmeye çalışıyorsunuz.
Pimi çekilmiş bomba gibi ortada dolaşmak. Ne zaman nerede patlayıp yok olacağınızdan korkmak. Aslında korkmak da değil bazen. O bomba patlasa da yok olsam, sonunda Barış’ı görmek varsa ne harika ama yoksa da, yok olmak.
Bu halde kalmaktansa yok oluş evladır, diyorsun.
Bazen tabii, çünkü siz yok oluşunuzu kimseye bırakamazsınız. Bunun ne olduğunu anlamaya, yaşamaya çabalayan, fırtınada sağ kalmaya çalışan bir evlat ve eş varsa bu yok oluşla da el sıkışamıyorsunuz.
Ne gidebiliyorsunuz ne kalabiliyorsunuz.
Şimdi mesela kendinizi bir yoklayın, içinize bakın. Ruhunuz sakin mi bir kere? Derin ve tam nefes alabiliyor musunuz? Alamıyorsanız niye?
Değecek bir sebep var mı? Sebeple baş edip düzeltecek şansınız var mı?
Şöyle sakince oturup kalabiliyor musunuz? Dedim ya, mutlu olmanız gerekmez. Normal hissetmeniz yeterli.
Yeterli, yetsin. Gerçekten yetsin.
Mesela çocuğunuz gerçek mi? Gerçekten o mu? Ona dokunup sarılabilir misiniz? O da size? Konuşsanız sizi tanır mı? Adıyla seslenip, nasılsın yavrum, diyebilir misiniz?
Ben diyemedim mesela.
İki kere gördüm Barış’ımı ama seslenemedim bile.
Vapurda arkasındaki sıraya oturdum. Saçları uzunla kısa arasıydı, rüzgârda dağılınca aynı Barış gibi düzeltiyordu. Sakallıydı, esmerdi. Sağ elinin tırnakları uzundu. Onun da gitarı vardı. Yüzünü göremiyordum ama sanki oydu.
Barış sanki önümdeki sırada oturuyordu. Aynı vapurdaydık ama konuşamadım. Baktım, baktım, baktım…
Sessizce ağladım sadece. Çaresizliğime, aczime, zavallılığıma.
Vapur Beşiktaş’a yanaştı. İkimiz kaldık bir. O da inmedi ben de. Bir an geldiğimize aydı ve fırladı yerinden. Ben de arkasından. Fotoğraf çektim, video çektim. Bir süre takip ettim. Ağlarken yürümek zor. Bıraktım, izini kaybedene kadar arkasından baktım.
Bu yaşadığımın ne zor olduğunu düşündüm sonraki birkaç saat. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm dinginleşebilmek için..
Zordu dedim ya, daha zorunu Feriye’de görecekmişim.
Kafeye girdim, tam karşımdaki masada arkadaşlarıyla ders çalışmak için gelmiş Barış.
Evet o.
Şaşkınlığımı ve heyecanımı alıp biraz uzakta ama karşıdan görebilecek şekilde bir koltuğa oturdum.
Şimdiye dek Barış’a benzettiklerim hep uzaktan benziyordu. Yakınlaşınca herkes kendisiydi. İlk defa bu kadar yakından, bu kadar benzeyenini gördüm.
Öyle ki Barış’ın artık olmadığını bilmesem orada oturanın Barış olduğuna yemin edebilirdim.
Saçları, sakalları, esmerliği, arkadaşlarına bakıp gülümsediğindeki ifadesi. Yazı yazmak ya da bilgisayara bakmak için yaptığı her hareket. Boyu posu her şeyi tıpatıp aynıydı. Bir tek gidip ona sarılmak kaldı. Öyle ya, Barış orada, ben neden o koltukta oturup ona bakarak ağlıyorum ki, gidip konuşsam ya, sarılsam ya, nasılsın oğlum, desem ya…
İşte zor olan bu. Gerçekmiş gibi karşına getirip koyuyor Allah ama aslında avuntu sadece. Varmış gibi ama aslında yok.
İki ayrı uç.
Varlık ve yokluk aynı anda karşında. İç içe.
Bir yandan şükrediyorsun özlemine derman diye gönderilmesine, bir yandan gördüğünle katlanan özleminin kalbine, gözüne lav gibi akışını izliyorsun.
Yine de bin şükür. Kanlı canlı görebilmek de şans aslında.
Öyle çok boşluk, derin bilinmezlik var ki bu yolda…
Az önce şans dediğim şeye şaşıyorum şimdi.
Ne demek bu?
Kendi kendinesin. İçinde sadece sen biliyorsun ne yaşadığını.
Ne yaşayacağını bilmeden.
Daha önce kaybın olsa da hiçbirine, hiçbir şeye benzemiyor bu.
Kendi çocuğunu düşünmekten korkmaya kadar varıyor iş, anlayın artık.
O yüzden, düşünmekten korkmadığınız çocuğunuz varsa gidin benim için de sarılın ona. Çok şükür gerçek, çocuğumun aslı bu, diye sevinin.
Çocuğunuz yoksa, yok olmayacak bir çocuğunuz yok diye sevinin…
İç içe geçmiş dereli, taşlı, sarp kayalı, alevli bir yol bu. Ne zaman neyle yanacağın, nerede boğulacak gibi olup nerede düze çıktım sanacağın, bilinmez bir yol. Düze çıktım sanıyorsun çünkü nefesini dar almadan, tam içine çekebildiğin nadir zamanlarda galiba biraz iyiyim, toparladım derken, bir daha geldiğin yere, en başa geri dönüyorsun.
Çıkmaz sokak. Yolun sonunda kıstırılmış gibi oluyorsun bazen.
Kaçacak yerin yok ve üstüne gelen kocaman bir gerçek var baş etmek zorunda olduğun. Bazen başaramıyorsun ama her daim bir şeyleri anlamaya, sindirmeye, içindekiyle savaşta güçlü kalmaya güç harcıyorsun. Hep bir devinim var içinde.
Mutsuz bir devinim, mutsuz bir heyecan.
Sonu hiçbir yere varmayan.
Hayır, sonu “yokluğa” varan.
‘Hiçbir şey’ daha kabul edilebilir bu durumda…
Hayatı elinin ucuyla tutup devam etmeye çalışıyorsun, itiyorsun gitsin diye, aksın diye. Gözün saatte akşam olsun uyuyayım şu savaşım aralansın, nefes alayım, diyorsun. Uyuyamamaktan korkuyorsun, aç kalmaktan da. Çünkü mevcut fırtınaya heyelan ekleniyor öyle zamanlarda.
Ayakta kalmaya çabalamak şu anda yaptığım.
İnişle, çıkışla, tekrar inişle…
Dünüm kötüydü, bugünüm ender sakin günlerden, aldığım tam nefese şükürle. Yarınım ne olacak bilmiyorum.
Barış’ım seni düşünmeden geçen günlerime gönül koyma.
Sandığı açtım, yavaş yavaş çıkıyorsun dışarı, bu pazar geleceğim sana.
Zaten iki kere çıktın karşıma. Ne yanına gelince ne de karşıma çıkınca sarılamıyorum sana.
Ama ne yapayım, elimden gelen hiç ama hiç ama hiçbir şey yok oğlum.
Allah’a ve zamana teslimim…
Kavuşup sarılıncaya kadar, hasretle, katlanan sevgimle…
6 Kasım 2019
18.00

Bir Yıl



Dün başımı alıp Yıldız Parkı’na gittim. Kendimle kalayım, vakit geçsin, bir gün daha bitsin, diye.
Parka girerken Allah’tan senden bana haber göndermesini diledim.
(Orada bir şekilde haberleşiyoruz seninle. Hani kelebek olup gelmiştin bir keresinde, konuşmuştum seninle.
Sen de öylece uçmadan durmuştun dakikalarca.. Beni dinler gibi…)
Yürüdüm biraz, bir ağacın üstünde on yaşlarında bir oğlan çocuğu gördüm. Dikkat etse düşmese, diye içimden geçirirken “Ben burada çok rahatım” dedi. Tam bu sözlerle:
“Ben burada çok rahatım.”
Oraya daha sık gelmeliyim. Seninle iletişimimiz var o parkta.

Saat dokuz buçuk. Bir yıl önce bugün, bu saatte Bursa yolundayız.
Bütün gün arayıp ulaşamadığım oğlumu hastaneye götürüyorlar. Biz de onu görmeye gidiyoruz.
Yazdığım gibi sakin mi her şey?
Değil.
Hiç değil.

Her hafta sonu konuştuğum oğlum telefonunu açmamış. Beklemişim akşama kadar yalan avuntularla; duymamıştır, görmemiştir, evde bırakmıştır, kaybetmiştir...
Çocuğundan bu kadar süre haber alamamışsan, eve gönderdiklerine de kapıyı açmamışsa, yavaştan nefesin kesilmeye başlıyor.
Artık ümide kapanıp korkuya açılıyor kalbin.
Avucuna konan ilaç nefesin oluyor.
Bilinçli almadığın nefesin.
Beyninin, kalbinin, nefesinin makinaya bağlanması gibi.
Yoksa oğlunu baygın bulan jandarmanın sözüne kanıp oğlunu baygın göreceğin ümidiyle gittiğin yolda, çalan telefonun ucundaki doktorun sözlerine nasıl dayanırsın?
Hastaneye gelmeyin, Adli Tıp’a gidin Barış vefat etti.
Oysa o doktora “Barış’ın annesiyim ben, hastaneye gelmemize 10 dakika kaldı.” demiştim.
İnsan Barış’ın annesine böyle der mi hiç?
İnsan kimsenin annesine böyle dememeli aslında.

Bir psikiyatr diyor ki;
“Beyin ilginç bir organdır. Bir insanın o anda acıyı hissedip hissetmeyeceğine o kadar verir. Beyin tarafından izin verilmeyen hiçbir acı hissedilemez çünkü herkesin bir acı eşiği vardır. O eşiği aşan, yani insanın tahammül edemeyeceği acıyı beyin bloke eder.”
Duyduğun anda kora dönmemek, acı bile duymamak için. O anda donmak için.
Avucuma konan ilaç da o ana hizmet etti elbet.
Doktorun söylediğini tekrarlayabildim sadece.
İnanamadan.
Görmek ister herkes son bir kez.
Ben istemedim.
Ben hala oğlumu buradan gönderdiğim haliyle; o güzelim içi ışıl ışıl gülen kara gözleriyle, boyuyla posuyla, ince uzun parmaklarıyla, güzel kafasını, küçücük kulaklarını ve yüzünü ortaya çıkaran kısacık saçlarıyla; esmer teniyle, annem deyişiyle, yere basmaya kıyamaz gibi parmak uçlarında kaplumbağa hızıyla yürüyüşüyle zihnimde oynatıp izliyorum. Hala yaşıyor bende.
Görseydim, gördüğüm Barış beni yaşamadığına ikna etseydi bugüne gelebilir miydim?
O gördüğüm Barış ben gittim annem, dönüşü yok, deseydi?
Biliyorum artık yaşamadığını ama zihnimde yaşatabiliyor olmam bir yanımı ayakta tutuyor olamaz mı?
Olabilir…

Yaşatıyorum kalbimde, zihnimde hatta rüyamda. Her sabah gözümü açtığımda Barış’ı gördüm mü acaba, diye soruyorum kendime. Zorluyorum hatırlayabilmek için.
İki gündür bana sarılıyor mesela. Öyle güzel sarılıyordu ki, kocaman kollarını açıp, şefkatle, özlemle, sevgiyle…
Hissediyorum hepsini.
Rüyamda görünce, sabaha sanki onu gerçekten görüp de özlem gidermiş gibi uyanıyorum.
Bu rüyalar küçücük adımlarla yürümeye çalışırken yol aldırıyor insana, yaşama ivme veriyor.
Susuzluktan ölecekken kana kana su içiriyor gibi.
Hiçbir zaman tam kanılmıyor ama onsuzluktan ölmekten iyi.

Bir yıl önce bu saatte Bursa’dayız. Artık yoksun sen. Aslında oradasın bedenen ama artık sen, sen olmayacaksın, olamayacaksın.
Görünmeyeceksin sen halinle.
Ben buna inanamazken, neden o bizi ağırlayan restorandaki herkese, benim oğlum öldü biliyor musunuz, diyebildim ki?
O yetmedi dönüşte mola yerinde gördüğüm herkese belki duymazlar diye, kollarını çekiştirerek niye dedim bunu?
Herkes bilsin, duysun, öğrensin.
Birlikte inanamayalım.

Bir yıl önce, iki saat sonra eve geri döneceğiz.
Seni burada bekleyeceğiz.
Sen geleceksin.
15 Ekim’de gideceksin.
Gelmemek , dönmemek üzere..
Allah “Yine bana döndürüleceksiniz.” diyor. Demek önce onun yanındaydık, Geldiysek, gelinen yere geri gidilecek.
Yuvaya geri dönmek bu.
Asıl yuva.
Asıl dünya.
Gerçek.
Huzur, sevgi, şefkat.
Ne de güzel diyorum.
Nasıl sakin, nasıl kabullü sanki..
Oysa hissettiğim; Barış’la benim kanımızın birlikte aktığı damarın kesildiği. Onun kanı aktı bitti, gitti.
Benim damarıma tıpa takıldı, kan akmıyor, gitmek yok, yaşayacaksın.
Kan içime içime akıyor, devridaim de olamıyor.
Kabullenmemek, idrak edememek, varlıkla yokluk arasına sıkışıp kalmak o ucu tıkalı damara kan pompalıyor.
Belki o uç açılsa akacak kan, temiz kan gelecek yerine, belki kabullenip hayatın yanımdan değil içimden geçmesine yol açacak bu ama olmuyor, olamıyor.
Belki ben can havliyle düğümledim o ucu. Kabul etmiyorum, kendi elimle engelliyorum kendimi. Kabullenmek vazgeçmek gibi, alışmak, unutmak gibi sanki.
Terapistim birlikte yavaş yavaş açacağız dedi ama bazı günler damar sızdırmadı değil, o beyindeki blokaj kalkarak beni yoklamadı değil.
Öyle zamanlarda uyuyamamak, devamlı seni düşünmek, gördüğüm her şeyi, duyduğum her sözü sana yormak, durmaksızın ağlamak geliyor.
Birkaç saat ya da birkaç gün kalıp gidiyor ve ben yine o bir şey olmamış, sanki başkası tüm bunları yaşamış ret halime geri dönüyorum.

Geçenlerde bir yıl önceki fotoğraflarıma bakmak istedim. Kendimi merak ettim, nasıldım diye.
Fotoğraf çektirmek istemiyorum hala. Gözümde, yüzümde o gün olanlar donmuş, asılı kalmış gibi..
O haberi aldığımız gün çekilen fotoğrafı görmek istedim, o son tasasız, mutlu, senli ben nasılmış, onu da merak ettim. Ama o güne ait fotoğraf yok.
Ondan önceki günlere bakıyorum.
Barış'ın annesine özeniyorum.
Barış'lı anneye..

Senden sonraki ilk günlerde, koltukta oturup, köprüden geçen arabalara bakarak hayatın akışkanlığıyla uyuşturuyordum kendimi. Ne olursa olsun o arabalar oradan geçiyor, birileri bir yerlere gidiyor. Hayat devam ediyor öyle böyle.
Bakın arabalar güneşi ezerek üstünden geçiyorlar, dikkat ettiniz mi?
Ben de güneşi eze eze geçiyorum hayattan.
Güneş tepemde ışıldar mı bir gün, içimi ısıtır mı, kalbimi doldurur mu bilmiyorum.
364 gün, kızımı karanlıkta bırakmamak için, içimde bir parça güneş varmış gibi geçirmeye çabaladım.
Bugün o yoktu yanımızda.
Bugüne dek kafamı dağıtmak, seni düşünmekten bile korkup kaçmak istediğim zamanlar oldu. Hayatın, insanların, akışın normalliğine bıraktım kendimi. O normalliğe ihtiyaç duydum.
Ama yokluk reddinin öyle tepe noktasındayım ki, taziyeye gelip ya da arayıp senin için "Allah rahmet etsin" denmesini bile kabul edemiyorum. Telefonumu bu yüzden açmak istemiyorum. Kapatayım üç gün. Yalnız, kimseyi görmeden, konuşmadan, duymadan.
Normalmiş gibi görünmek, bugünü herhangi bir gün gibi geçirmek düşüncesi sığmıyor kalbime.
Kafamı dağıtmak istemiyorum.
Kafamda ne varsa hepsi gelsin, göreyim, konuşayım, sarılayım istiyorum.
Seninle kalmak istiyorum.
Geçen yıl bugünleri saat saat yaşamak istiyorum.
Sonra normal olmak zorunda günlerime dönerim.
Bu günler normal değil.
Oğlumla kalma günleri, onu düşünme, hissetme günleri.

Aslında bugünden çok korktum. Nasıl hissedeceğimi bilmiyordum çünkü.
Allah’ın bana gönderdiği, aynı yoldan geçmiş, şefkatli, sevgili bir annenin dediklerine tutundum;
“Zaten hayatımın şimdiye kadarki en kötü gününü yaşamışım.”
Bir yıl sonraki gün, o günden daha kötü olamazdı.
Kessen kanı akmaz hali vardır ya insanın.
Mimiklerine kadar donarsın.
Sesin de, hissin de. Ara ara kalbinin sesini dışardan duyarsın ama.
Gözünden kan sızar..
Öyle bir gündü bugün.
Bir arkadaşım ilk günlerde bana, zaman geçecek, bir bakacaksın on yıl geçmiş, dediğinde, “Hayır geçmesin, Barış’ım benden o kadar uzaklaşmasın” demiştim içimden.
Bir yıl geçti.
Barış hala benimle.
On yıl geçmesinden korkmuyorum artık, kaç yıl geçerse geçsin benden gitmeyecek, bunu biliyorum.
Rüyama daha sık gelip bana sarılması, yokluğunu varlığıyla doldurması tek duamdır, ricamdır…
13 Ekim 2019
23. 00
Odandan
Masandan
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...