Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

28 Aralık 2015

Erkekler Yaşlanmaktan Korkar mı?

Yaşlanmak bir dağa tırmanmak gibidir. Çıktıkça yorgunluğunuz artar, nefesiniz daralır ama görüş açınız genişler. "Bergman" 90'a merdiven dayamış biri. -Nasılsın? Nasıl geçiyor günlerin? -Nasıl olayım, gün dolduruyorum. İçime işliyor bu cevap. Sahaftayım. Siyah beyaz fotoğraflar var bir kutucukta. Sahipsiz, kimsesiz. Onca yaşanmışlık küçücük bir kutuya doluşmuş. Sahafla sohbete dalıyoruz. Siyah beyaz fotoğrafların cansız hayallerine bakıyoruz. Yakışıklı adamlar, genç, güzel kadınlar gülümseyerek bakıyorlar bize. Yaşlanmış elbet her biri... Belki artık yoklar. Sahafa diyorum, ne garip şey yaşamak. Gençken yaşamak mı gerek acaba, her şeyi, yapılabilecek her şeyi yapmak? Alın işte, yaşlanıyorsunuz, yok oluyorsunuz, bir siyah, bir beyaz renk çiziyor sizi kağıtlara. Sahipsizce donup kalıyorsunuz orada. Sahaf da diyor ki; Ufkum geniş ama yapabileceklerim sınırlı. Hareket kabiliyetim azaldı. Ruhum genç ama bedenim yaşlandı. Bu ikilemi kabullenmek ve bununla yaşamak zor... Bu cevap da içime işliyor. Bedenin ruha ihaneti! Yaşlılığı hüzünle karşılıyor erkekler. O enerjileri, yaşama bağlılıkları, taşı sıksa suyunu çıkaracak halleri gidiyor ya hani... Çok yaşlanmaktan söz ediyorum. Bazen yolda minik adımlarla ürkek, korkak yürümeye çalışan yaşlılar görüyorum. Bastonu tek yareni, gözleri az görüyor, kulakları duymaz olmuş, hani elden ayaktan düşmek üzere. Böyle ya da bu kadar yaşlanmak, hala hayatta olmak adına iyi ama hayatın hakkını verememek adına kötü sanırım. Bazıları artık ölümü yeğler, bekler oluyor bu haldeyken, bazıları tırnaklarını geçiriyor hayata sıkı sıkı. Yaşlılığın bu evresi artık kontrolden çıkmışlık ve belki gün doldurmak gerçekten. İşin başka tarafı var. Bu kadar yaşlanmamış olan erkekler, bir şekilde yaşlılıklarını yalnız geçirmek zorunda kaldıklarında çok zorlanıyorlar. Onlara bakacak eşleri, çocukları, yakınları ya da gidebilecek bir bakım evi yoksa hele. Çoğu kendine bakmaktan aciz. Yalnız kalan erkek tek başına hayatını devam ettirme yeteneğinden yoksun, öğrenmediği yalnızlıkla ve tüm beceriksizliğiyle orta yerde kalakalıyor. Hepsi böyle değil tabii. Becerikli olanları da vardır. Kendi başına yaşayabilecek, evi çekip çevirmek konusunda yeteneği ve isteği olan erkekler gayet rahat, yalnız ve mutlu geçirebiliyor yaşlılıklarını. Ama tabii işin ruhsal boşluğunu ve yalnızlığını nasıl doldurabiliyorlar bilmiyorum. Yaşlanıldığında yaşam savaşından ve ruhsal ağırlıklarından yıkanmış oluyor ya insan. Artık kafası rahat, ruhu dingin. Gençlik hırçınlıkları yok. İyilik, güzellik. Bunu paylaşmak için "hayat arkadaşı" istiyor olmaları anlaşılır bir durum. İki çift laf edebilecek, yalnızlığını paylaşacak. "Aşk gençlik zamanlarındaki gibi acı çektirmiyor, elini sonsuza kadar tutabileceğin birini arıyorsun." Diyorlar mesela... Erkeklerin estetik kaygıları hiç yok. Sokakta bakın erkeklere, ortalama 45 yaşı geçmiş olanların çoğu göbekli ve kel ve yüzleri çizgili. Ama hiç umurlarında değil. Ne saçlarında boya var ne spor yapıp "şu göbeği eriteyim, derdindeler. Ancak doktor uyarırsa ve hayati tehlike varsa diyete ve spora yöneliyorlar. Bazıları 50 yaşında bile olsa kırışıksız, göbeksiz, saçlı ama çoğu genetik miras ya da sağlıklı, stressiz, sporlu, dikkatli beslenilen bir yaşam ürünü. Saçı boyalı, spor delisi ve botokslu erkekler de var elbette ama onlar istisna. Çoğu tevekkül içindeler, teslim olmuşlar doğaya. Hatta saçlardaki ve sakallarındaki akları olgunluk belirtisi görüp daha karizmatik olduklarını düşünüyorlar ki bazı kadınlar için bu durum gayet cazip ve caizdir. Mesela Corcum Kulinim. O mümkünse yaşlansın, saçı sakalı ağarsın, yüzü gözü kırışsın ve bize hep öyle gözlerini kısa kısa, buğulu buğulu bakmaya devam etsin. Seviyoruz! Tamamen kel olanlar da kabul görür oldu son zamanlarda... Yakışıyor çoğuna, doğruya doğru. Her şekilde onlar kadınlar gibi gizleyip saklamıyorlar kendilerini, oldukları gibi ortadalar. Bizim kadar dış görünüşlerini önemsemiyorlar, kozmetiğe, estetik ameliyatlara servet dökmüyorlar. Şöyle bir durum var ki bu bence rahatlıkla genellenebilir bir durum. Andropoz yani "yaşlanan adam sendromu”na girdiklerinde hem hayatla hem kadınlarla ilişkilerinde farklılaşma başlıyor. 50 yaşından sonra kanlarındaki testosteron hormonunun yüzde 25'ni kaybetmeye başlıyorlar. Testosteron sırf cinsellikle ilgili bir hormon değil. Kilo kontrolünün zorlaşması, cesaret, kas gücü, uyku bozuklukları, sosyal aktivite zayıflığı, depresif ruh hali, uyku bozuklukları, cilt değişiklikleri, saç dökülmesi ve tabii cinsel isteksizlik bu hormonun azalmasıyla birlikte ortaya çıkıyor. Yaşam kalitesini düşüren, baş edilmesi güç bir periyoda giriyorlar erkekler de. Tıpkı kadınların menopoz dönemi gibi. Kadınlar da ortalama aynı sıkıntılardan geçiyorlar ama onlar tüm bunlarla baş etmeye çalışıyorlar. Hatta diyebilirim ki etrafımda gördüklerimin en büyük sıkıntısı ateş basması, terleme ve depresif ruh hali. Bunlara da artık medikal çözümler bulundu. Bunun dışında erkekler kadar gençlik aşısı peşinde değiller. İstisnalar var elbette. Erkekler andropoz döneminde, kendilerindeki bedensel ve ruhsal değişimin onları erkek olmaktan uzaklaştıracağı kaygısına ve paniğine düşüyorlar. Ve kendilerini hala genç hissettirecek, hala arzulanabilir olduklarını düşündürecek genç kadınlara yöneliyorlar. Kaybettikleri yaşama arzusunu ve enerjisini geri kazanıyorlar onlarla. Birçoğu aşk ilişkisi oluyor belki ama karşılıklı çıkar ilişkisi yaşayanlar da var. Bakınız: Oldukça yaşlı ve zengin erkeklerin yanlarındaki genç kadınlar... Kadınlar da bu türlü ilişkiler yaşayabiliyorlar tabii, erkekler nasıl genç kadınlarla yenilendiklerini, gençleştiklerini hissediyorlarsa kadınlar da genç erkeklerle aynı duyguyu yaşama isteğinde olabiliyorlar. İnsan doğası. Ama sanırım erkekler kadar fazla değil sayıları. Hem eş kaybında hem de ayrılıkta; ileri yaşlardaysa, genellikle çocukları için yalnızlığı tercih edenler çoğunlukta. Evlenmeyi tercih edenler de var ki son derece normal ve anlaşılır bir durum. Erkek yaş paniği yaşamaya başladığı dönemde, çoluğu çocuğu gözü görmez halde hem evlilikten gidebiliyor hem de eşini kaybettikten sonra neredeyse "kırkı çıkmadan" evlenebiliyor. Erkek ya; kadın olmadan kendine bakamaz. Erkek ya; kadınsız olmaz... Duyup, gördüklerimden, araştırdıklarımdan edindiğim izlenimlerimi yazdım. Şimdi işin asıl muhatapları olan erkeklerin "yaşlanmaktan korkuyor musun?" sorusuna verdikleri cevaplara bakalım... Yaş aralığını geniş tuttum. 17 yaşla 64 yaş arası. Her bir cevap kıymetli, anlamlı, derin, bazıları komik, eğlenceli. İsimsiz olarak yayınlıyorum ve vakit ayırıp, düşündüklerini benimle paylaştıkları için teşekkür ediyorum. 18 Yaş "Ben yaşlanmaktan korkmuyorum şu an:) Yaşım 18, sakallarımın çıkmasını istiyorum" 20 Yaş Ömrümün en güzel dönemindeyim. Bu soruyu hayır diyerek yanıtlayacağım. Her yaşın bir güzelliği olduğu bence aşikâr. Gençliğimi en güzel şekilde ve "hızlı yaşa genç öl" ideasıyla yaşayıp, yaşlılığıma geldiğimde geriye dönüp pişmanlık duymamak istiyorum. Eğer gençliğimi istediğim gibi geçiremezsem; evet, yaşlanmaktan korkarım; çünkü gençliğimi dolu dolu yaşayamamamın burukluğu olur içimde... Bunun dışında yaşlanmaktan korkmam; çünkü hayatın yadsınamaz ve değiştirilemez gerçeklerinden biridir yaşlanmak... 32 Yaş Şahsi olarak şu anda öyle bir korkum yok... Ama tabii erkeklerin korkmasını gerektiren durumlar 50'den sonra ortaya çıkıyor. Yani bir erkek 50 yaşına kadar yakışıklı olabilir. 50'den sonra bekârsa ve karizmatik veya zengin değilse savunmasız bir yaşlılık söz konusu olmaya başlıyor. Ben şahsen 50'ye kadarını düşünmüyorum. Aslında ben fikir almak için pek iyi bir örnek değilim:-) Çünkü konuşacağın örnekler içinde eminim ki en gamsızı ve evlenmekten uzak olanı benim:-) Sonuçta bu değerlendirme evli erkek için daha geçerli sonuçlar verir. 36 Yaş Sorduğun sorunun cevabı hem evet, hem hayır, Şundan dolayı hayır; fiziken yaşanmaktan asla ama asla korkmuyorum:) Şundan dolayı evet; ruhen yaşlanmaktan korkuyorum. :-) 36 yaş Yaşlanmak beden olarak kaçınılmaz ve her geçen gün insanın bedeni yapabildiklerini sınırlıyor. Bu durumu dert etmiyorum sağlığım el verdikçe yaş almak güzel. Her gün yeni tecrübeler ediniyor insan. Yaşlanmak ile ilgili başka kaygılarım var.İşim açısından geleceğe sağlam bir yatırım yapıp is seçebilir duruma gelmek ve beden yaşımın performansımı çok etkilememesini istiyorum. Ruhumu yaşlandırmayı düşünmüyorum :-) 39 Yaş Her yaşın bir güzel ve çekici bir yanı muhakkak vardır. Korkulan yanı fiziki fonksiyonların zayıflayıp, sağlık problemlerinin başlamasıdır. Bazı insanlar kadın ya da erkek yaşlandıkça kendine daha çok bakar, yatırım yapar. Bir nevi fiziki kanunlara meydan okuyuş veya başkaldırış başlar. Sorduğun sorudaki korku da bu olmalıdır bence. Dinç kalındığı ve dinamik olunduğu sürece korkular bastırılır. 42Yaş Yaşlanmaktan tabii ki korkuyorum ama bahsettiğim korku yüzümdeki çizgiler, saç ve sakaldaki aklar değil. Benim yaşlanmaktan anladığım bedensel kısıtlılık ki ondan fena halde korkuyorum! Yoksa saçtaki ve sakaldaki beyazlamayı ben olgunluk, farkındalık ve doğru karar alma yetisinin arttığına dair belirti olarak addediyorum. 42 Yaş Biz 18'lik çıtır değil miyiz? Yaşlılık kim, biz kim? :) Hayatı dolu dolu yaşamak varken yaşlanmayı kim düşünebilir? Ne yaşlanması? Dur, o yaşa gelelim, o zaman düşünürüz :-) 46 Yaş Sanki erkekler 40 üzerinde olunca biraz kaygılar dile gelmeye başlıyor. Zaten 50'den geri dönüşü olmadığından kabulleniyor varlığıyla mutlu olmaya çalışıyor. Ben şu an hızlı bir iş koşturmasında bir şey hissetmiyorum ama eminim ki normal tempoda bir hayatım olsaydı acayip huysuz, çekilmez bir adam olurdum:-) Her şeye bahane ve gerekçe bulan hala 18 yaşıyla yarışan, yaşlandığını kabullenmeyen biri olurdum. :-) 50 Yaş Yaşlanmaktan hiç korkmadım ama 45 sonrası yaşlandığımı hissetmeye başladım. Çok hoşuma gittiğini söyleyemeyeceğim :) 59 Yaş Kendi adıma ya da çevremdekiler adına söyleyebilirim ki; erkekler yaşlılığı bir olgunluk ve saygınlık değeri olarak görürler ve alınan her yaşın kendilerini ölüme bir adım daha yaklaştırdığının veya yapabilirliklerinin azaldığı yorumuna pek bakmazlar. Bazıları bu konuda cinselliği ön plana çıkartarak azalan arzularının altında ezilseler dahi artık cinsel yaşam ister istemez önceliğini gerek fiziksel ve gerekse düşünsel olarak çok gerilerde bıraktığından fazla da akıllarına gelmez ve yorum yapmazlar. Estetik açıdan ise hiç bir saplantıları yoktur. Tabii ki bazı radikaller olabilir ki bunlar sanırım genel değerlendirme içinde değillerdir. Bir başka konu ise, ekonomik kısımdır. Erkekler yaş aldıkça ekonomik açıdan yaşama başladıkları noktadan çoğunlukla daha ilerde olurlar ki bu da onlara daha fazla özgüven verir. Bir laf vardır "Erkekler servetlerini ilk karısına, ikinci karısını da servetine borçludur" :-) 64 Yaş " Yaşlanmaktan korkmak değil de, yaşlı olmaktan korkuyor muyum? Yani kendimden korkuyor muyum ya da “ölüm”den!... Yaşamımın hiçbir döneminde “yaşlılık”la ilgili hiçbir kaygım, sıkıntım, tereddütüm, korkum vs. olmadı desem yeridir. Oldum olası belirli an ve durumlar dışında “gelecek” ve “gelecekte olacaklar” benim gündemimde pek olmadılar. Ben hep şimdinin çocuğu, genci, yetişkini oldum… Erkekliğe gelince; Biyolojik olarak erkek olmam (cinsellik) ötesinde hiçbir özellik, eğilim, yapı ve işleyişimle “erkek” değilim. Erkeksiliği salt yaşam düşmanlığı olarak algılıyor-kavrıyorum.

15 Aralık 2015

Köylü İşte N’olcak?


Pek sevgili blogger arkadaşım, duygusal zekam Ayşe'nin önerisi üzerine, her pazartesi blogdaki eski yazılarımı paylaşıyor olacağım... Bir süre tarihin tozlu raflarından gelecek yazılar. Onun eğlenceli, mükemmel tespitli, duygulu, sazlı sözlü yazılarını okumak için de şu adrese buyurunuz:duygusalzeka




Köy kültürünü severim, köylü severim...
Düzdür onlar, saftır. Alengirli lafları yoktur hiç. Akıllarına gelen dillerindedir, süzülmeden. İçleriyle konuşurlar çoklukla. Dünyaları küçüktür onların. Köyün sınırlarından ibarettir, bilemediniz, bağlı olduğu ilin sınırlarına kadardır. 
Sofralarını açarlar herkese. Tanrı misafiri severler, beklerler. Allah’ın o gün verdiklerine sizi de ortak ederler. Saygı, örf, adet, komşuluk bilirler.
Bayram seyran, doğum, düğün, ölüm bir araya getirir onları her defa.
Bizdeki gibi dünün, günün telaşına kapılıp unutmazlar komşularını, dostlarını. Unuturlarsa, birbirlerine gönül koyandır onlar. Gönülleri kırılacak kadar incedir hala. Biz gibi duvar örmemişlerdir henüz.
Bizim tersimize, onlar küçük şeyleri büyütüp mutlu olmayı bilirler.
Güzeldirler, gürbüzdürler, yanaklarında sağlık görürsünüz. Tavuklarının yumurtası, ineklerinin, koyunlarının sütü, peyniri, tereyağı besler onları. Birbirlerine iyi bakarlar onlar.
Kalplerinin iyiliğini görürsünüz yüzlerinde.
Elbet onlar da insandır, vardır zaafları, vardır içlerinde kötü içlisi, pis ağızlısı, dedikodulusu...
İyi ve kötünün olduğu her yerde olan, onların içlerinde de vardır. Bazı bazı kötülükleri varsa, köylü oluşlarından değil, insan oluşlarındandır.
Melek ve şeytan herkesin sağında solunda. Köylü- şehirli seçmiyor.
Sadece kendi dünyasındakini bildiğinden, bozulmamışlığından, büyük şehirdeki “dönme dolapların” habersizliğinden; bir gününü sadece çalışıp, para kazanarak kurtarmayı düşündüğünden köylü “temiz”dir.
Eğitilmemiştir, eğitememiştir kendini. Hatalara düşmelerin sebebi bundandır.
Atalarından duyduklarının izini sürer yazık ki…
Gelişecek, genişleyecek yerleri yoktur ama içlerinden okumaya gönüllenmişler çıkar, aile de arkasında durursa okur “büyük adam” olurlar... Vefalıdırlar, unutmazlar.
Yıllar sonra döner, köylerine iz bırakırlar kendilerinden.
Birkaç arkadaşımın kötü bir şeyi betimleyecekleri zaman “o ne öyle köylü gibi!” diyerek burun kıvırdıklarını görmüşlüğüm var.
Dokunur bu bana... Ezer içimi her sefer.
Avrupa Yakası dizisinde saz çalan çocuk vardı ya, hani yüzünü bir türlü göremediğimiz, en dramatik, en arabesk anlarda sazını konuşturan...
Gülse Birsel’i hatırlayın: “Amaan nerden çıktı bu saz yine, dıngırı dıngırı” diye yüzünü ekşitir, pis bir şey koklamış gibi burulurdu.
Buna da içim burulurdu her duyduğumda...
Zaten Nişantaşı kültürüyle taban tabana zıttır köylü kültürü...
Onlar Nişantaşı kültürüne burun kıvırmazlar hiç.
Bilmezler bu duyguyu, burun kıvırmayı bilmezler.
Diyeceğim; köy kültürünü tanırım, severim ve sahip çıkarım.
Televizyonda köylülerle yapılan sohbet programları vardır. Kadınlar yemek yapar, programcı gider katılır onlara, konuk olur, oturur sofralarına. Sıcak, komik, içten, sevgili sohbetler eder onlarla...
Bazen yaylalara çıkarlar, yaşlı ama genç amcalarla, teyzelerle yüz güldüren iki çift laf ederler.
Şarkı, türkü söyletirler, horon teperler birlikte.
Rastladığım her defa huşu içinde, gülümseyerek izlerim… İçim ısınır, temizlenir.
Tavsiye ederim...
Yakalayınca, kalın oldukları televizyon kanalında.
İsli puslu dünyamızdan kopup, şeffaf, ışıklı dünyalarına konukluğunuzun tadı damağınızda kalacak...
Son sözüm:
Köylü işte n’olcak, demeyin benim olduğum yerde olmaz mı?
Saklayın içinizde diyecekseniz de...
Hala safiyetlerini koruyan, hala kendiliğinden “insan” olmaya azmeden insanlarıma laf etmeyin n’olur...
Olur mu?
Olur olur...


07 Aralık 2015

Olduğum Gibi Sev Beni



Dostumsan olduğum gibi sev beni...
"Seni 'olduğun gibi seven' insan için iyi gün, kötü gün yoktur.
Ne zaman yanında olması gerekiyorsa o zaman yanında olur…"
Cemal Süreya demiş.
Ben de dedim ki:
Dostluk için doğru.
Kadın-erkek için değil.
O türlü ilişkinin abc'si olmalı…
Dostluksa, birbirimizi her şartta anlarız, her söz göğsümüzde yumuşar.
Tabii ki hiçbir ilişkide sınırsızlık yok, elbette ki görünmez çizgilerle sınırlanmışlık var.
Ama son tahlilde; dosta anlayışımız, sabrımız, özverimiz, sevgimiz bitimsiz.
Beklentisiz dost sevmek.
Sitemsiz.
Ben bilirim o beni sever, sitem etmem aramadın, sormadın, diye.
Vardır başka sebebi, ilişkimizin sağlamlığına güvenimden ses etmem. Kendimden bilmem sessizliğini.
Ha, çatlak varsa, güven eksikse, yanlış anlamalarla doluysa ilişki, sitem kendiliğinden çıkar dışarı.
Benim dostum, sevdiceğim, bileyim ki iyi.
O zaman ben de iyiyim.
Yeterince.
Dostumsan, seni olduğun gibi severim. İçindeki labirentin en karanlık dip köşelerine kadar severim hem de. Bana yanlışın olmaz.
Kendine ya da başkasına yapabildiğin yanlışlarına kadar severim ben seni.
Kabul ederim; bana gelene kadar elinde, cebinde, kalbinde, aklında, ruhunda ne getirdiysen başımın üstüne…
Beni üzmezsin, sevincimden ben kadar sevinerek sevindirirsin.
Ben ağlarken sen de ağlarsın ben kadar yanarak.
Sen de iyi olduğumu bilerek yetinirsin.
Dostluk yetinmek zaten. Fazlasını istememek, beklememek, yük yüklememek.
Sevgi dilenmezsin dostundan. İlgi istemezsin. O zaten orada durup durur sevgisiyle, ses istediğinde üstüne yağdıracağı özeni, ilgisiyle.
Emek vermek için çabalamaya gerek yoktur hiç.
Gerekti mi?
Seve seve. Canla başla.
İlişkiyi canlı tutmak için iletişim lazım gelir elbette. Ama "lazım" gibi değil. İçinden geldiğinde. Üzerinden yıl geçse de “sesini duyduğuma sevindim” diyebilen dost.
Güven kendine. Ben seni seviyorum. Aramasam da. Sesimden anlarsın sen aradığında. Yazmasam da, iki satır kelamımdan anlarsın sen yazdığında.
Sevilecek olduğuna inanıyor musun? Aramızdakilerin bizi nasıl, ne şartlarda birbirine yapıştırdığını benim kadar biliyorsun değil mi? Ortaklıklarımızı, baktığımız aynaların aynılığını, içimizi, dışımızı.
O zaman sorma bana bir şey.
Ben seni seviyorum.
Sen benim dostumsun.
Dostum olmayanlara mesafem onlarınki kadar.
Kalbim temiz hepsine.
Dilim de.
Kendi temizlikleriyle geliyorlarsa kalbime, yerleri hazır. Yıllanırız birlikte.
Kadın erkek ilişkisi dostluk gibi değil. Ona abc lazım, dedim.
Kadınla erkeğin olduğu yerde sınırsız anlayış, beklentisizlik, sabır olmuyor işte. Olamıyor.
Kadın, kadın olduğunu bilsin diye erkeğin yanında, erkek de erkek olduğunu bilsin diye kadınla.
Birbirlerine sadece sevilebilir insanlar olduklarını hissettiriyorlarsa, zaten kadın-erkek olarak bir arada oluşun anlamı yok.
Bunu dostlar fazlasıyla yapıyorlar, sevilebilir olduklarını, ne kıymetli olduklarını zaten her daim hissettiriyorlar.
Ama dostluk cinsiyetsiz.
Kadın- erkek cinsiyetli.
Bir arada.
Niye?
Bir aradayken, dünyaya ayrı cinslerde geldiklerine şükredebilsinler diye.
Şükrediliyor belki bir zaman.
Sonra sonra gelinen yere bakın;
“Seni sevmeyene asla sabır gösterme. Çünkü sabrının adı yüzsüzlük, fedakârlığın adı eziklik, sevginin adı kişiliksizlik olur.” demiş biri. Zaman dolmuşsa, doğru.
Yüzsüzlük, eziklik, kişiliksizlik kadına mı yakışır, erkeğe mi?
İnsana yakışmaz.
Anlayışlı olmak lazım her türlü ilişkide. Elbette.
Anlamamak olmaz, dinlememek, hak vermemek olmaz.
Sabırlı olmak da lazım. Tabii.
Beklemeyi bilmek. Beklerken sabretmek. Susmak.
Fedakârlık da ister bazen. Mutlaka.
“Ben” olmamak lazım. “O” da var çünkü. Bir sen, bir o.
Hepsine evet.
Ama artık birlikte baktığınız ayna buğulanmışsa, sırrı gitmişse hatta…
Sabrın, fedakârlığın, sevgin boyunu aşmışsa…
Varlık hep yokluksa, hep boşluksa, hep sessizlikse…
Bir taraftan gelen sesle sesleniyorsa ortalık.
“Senle de, sensiz de” olunmuşsa.
Sensiz olmazken…
Anne sözü iyi gider buraya:
"İstendiğin yere erinme, istenmediğin yere görünme."
Kadın da adam da mümkünse alsın kendini gitsin görünmemesi gerektiği yerden isteneceği yere. Erinmeden.(1)
Yüzsüz, ezik, kişiliksiz hissettirilmeyeceği; şefkatle, aşkla sarılıp sarmalanacağı, özenle, ilgiyle "sensiz olmaz"ın atomlarına kadar hissettirileceği yere doğru.
O yer aramadan da bulunur.
Kadın adamı, adam kadını bulacağı varsa bulur. Yerinde, zamanında, saatinde.
İlahi düzene müdahale edebildi mi kimse?
Belki öyle bir yer bir daha hiç yok. Belki var. Kimse bilmiyor.
Var olacaksa eğer, zamanı bellisiz de olsa, belki hiç olmayacak da olsa; varlığın yokluğundan iyidir.
Varken yokluktan.
Var olana yeten yetiyorsa, yokmuş gibi hissettiriyorsa, "olsa da olur, olmasa da" hatta.
Anlayış, sabır bitiyor.
Sevgisini alıp gidiyor giden.
"Sevmek yetmiyor"u anlayarak.
Sevmek yetmiyor ama bitiyor mu?
Ve hatta “Ne kadar kalmak istesek de bazen gitmek zorunda kalırız. Ve ne kadar gitmek zorunda olsak da, kalmaktan yanadır sol yanımız”. (2)
Olmuyor mu?
Arafta durup sabretmişizdir. Gidelim mi, kalalım mı? diye.
Nihayetinde sol yanımızın ağırlığıyla devrilip kalmışızdır olduğumuz yere, bir arpa yol gitmeden.
Ama ne yapılacak, ne beklenecek, ne sabredilecek kalmayınca elde…
Giden gidiyor.
"Rağmen" olan her şeye rağmen…
Gitmemeye değen yıllara…
Belki o “iki”nin “bir” oluşunun eşsizliğine...
Seviyorken, oradayken, orada ve seviyor oluşu sevmeye...
Kadının da erkeğin de kendine sır bin sebebine rağmen...
Giden gidiyor.
Gidebilen gidiyor.
Gidebileceği zaman çıkıp gelince.
Planlamadan, istemeden bile belki. Öylesine.
Birikmişlerin hiç anlamadan taşırdığı son damlayla.
Damlanın ne zaman damlayacağı belirsiz. Kadında başka, erkekte başka.
İkisinde de cinsine has kendi sebepleriyle.
Kendi zamanlarında.
Sıra neye gelir?
Unutmaya.
“Birisini unutmak zorundaysanız, bunu sindire sindire yapın. Çünkü aklın zamansız öldürdükleri, yürekte amansız dirilir.(3)
Zaman…
İçinde kadınlı erkekli kalbi kırıkların, sevdiceklerini artık yaşarken göremeyenlerin, sıkıntıda, darda, kederde olanların tünelin ucunu dört gözle bekledikleri dipsizlik.
Zaman...
Sana teslim olmuşları ışığa çıkar.
Temizle, akla, pakla, kırkla.
Yeniden doğur kalplerini, ruhlarını.
Tertemiz.
Bir daha yaslamasınlar sırtlarını sana, senden aman beklemesinler.
Sen ak git içlerinden, güzel yüzlerinden, mutlu gözlerinden.
Gözlerini mutlandır, yüzlerini güzelle, içlerini temizle.
Ak, git.
Sindire sindire unuttur.
Olanı, biteni, gideni.
1-Erinmek: Üşenmek
2-Aziz Nesin
3-Paul Auster
Fotoğraf: Ayşe Selcen Güçhan

23 Kasım 2015

Unutmadan



Aklımdayken yazayım dedim. Ne yazacağımı bile unutacak yerdeyim.

Etrafımdaki neredeyse herkes aynı şeyi söylüyor: 
Her şeyi unutuyorum.

Eskiden annelerimiz çocuklarının isimlerini karıştırırdı. Bütün çocukları sayar da sonunda bizim adımızı bulurdu.
Ben de anneme benzedim.
Ama o kadarıyla kalsam iyiydi. Küçücük mutfakta tezgâhla dolap arasında gidiyor hafıza. Dolabı açıp bakıyorum boş boş. Niye açtım? Tezgâha geri dönüp neye ihtiyacım olduğunu görerek hatırlıyorum sebebimi. Hadi bu basit, benim jenerasyonumda çoğu kimse yaşıyor bunu. Ama mesela sabah almam gereken ilacımı alıp almadığımı hatırlayamamam tehlikeli artık. Öğle vakti almam gerektiğini hatırlayıp, ya sabah içtiysem diye o dozu atladığım oluyor.

Bunlar devede kulak, dedirtecek bir hikâye dinledim yakın bir zamanda. Kuaförümle ne kadar bunadığımızı konuşurken o anlattı. :-)
Ortaköy’den Kuruçeşme’ye bir arkadaşıyla buluşmak için çıkıyor. Yürüyerek gitmek istiyor. Yolda bir arkadaşı arıyor. Yolun yarısına kadar telefonla konuşuyor.  Bir anda telefonunu dükkânında unuttuğunu hatırlıyor. (!) Geri dönüyor. Dükkâna gelinceye kadar da telefonla konuşmaya devam ediyor. Dükkana vardığında şarjı bitiyor. O anda anlıyor ki telefon elinde! 
Nasıl ama? :-)
Yemek yiyip yemediğini bile hatırlamıyormuş, o kadar yani. :-)

Annem gözlüğü gözündeyken yana yakıla gözlüğünü arardı. Ablam da aynını yapıyor. Üstelik biri boynuna asılı, biri kafasında biri de gözündeyken, gözlüğümü bir yerde mi unuttum diye panikliyor:-)
Çoğumuzun isim hafızası tertemiz. Tanıdıklarımız gittikçe azalıyor.
Telefonunun alarmını kuruyorsun da niye kurduğunu bilmiyorsun. 
Şuursuzlukta zirvedeyiz. :-)

B12 vitamini en favori vitaminimiz oldu artık. Hap kesmiyor, iğne oluyoruz.  Hadi 40-45 yaşından sonra artık yaşlanmaya başlıyor bütün hücrelerimiz, beyin de payına düşeni alıyor ama gençlere ne oluyor? Günü yaşıyor, dünü unutuyorlar. Bizden daha hızlılar. Hadi bizde birkaç kırık dökük anı ve fotoğraf var eskiye dair. Onlar son birkaç saatlerini bile unutacak haldeler.
Artık hiçbirimiz telefon numaralarını ezberlemiyoruz. Telefonun hafızasına emanet, rehberimiz olmadan bir hiçiz. Sapa bir yerlerde şarjımız bitse ortada kalacağız. Birinden telefon bulsak bile kimi arayacağız? Numarası yok. Yakınlarımızın numaralarını bir kâğıda yazıp cüzdanımıza koyalım bari. 
Cüzdanımızı evde unutmadığımız bir gün şarjımız biterse iyi olur. :-)

Gülüyorum da, hiç de komik değil aslında. Bazen endişeleniyorum. Bu gidiş nereye? Yaşımız kaç daha? Bu haller yaşlılık halleri değil miydi? Kafamızda bin düşünce, halledilecekler, halledilemeyenler, beklentiler, geçmiş, gelecek, hepsinin eli kolu yakamıza yapışmışken kafa karışıyor haliyle. İki üç gün öncesi bile hiç yaşanmamışçasına silinebiliyor.

Aslında unutmanın iyi bir tarafı da var. Düşünsenize yaşadığınız her anı, her duyguyu, gördüğünüz, konuştuğunuz herkesi, konuşulanları, rakamsal her şeyi hatırladığınızı? Bu hatırladıklarımızın içinde öfke, hüzün, nefret ve acı da var. Nasıl baş edebilirdik?  
Beyin travmatik yaşanmışlıkları silme eğilimindeymiş neyse ki ama o zaman dilimine ait başka verileri de silebiliyormuş yanında. Mutsuzlukla birlikte depo mutluluklarımız da uçup gidiyor...

Kitap okumak, radyo dinlemek, stresten ve sizi üzecek kişi ve olaylardan, haberlerden olabildiğince uzak durmak, iyi uyumak, bulmaca, iskambil, satranç gibi zihni aktif tutacak oyunlar oynamak, temiz havada spor yapmak, yürümek, sosyal aktivitelere katılmak, insanlarla iletişimde olmak, sigara ve alkolden uzak durmak, arkadaş ve aile ilişkilerini sıkı tutmak, yabancı dilde kelimeler öğrenmek, planlı yaşamak, sağlıklı bir beyne sahip olmamız için yapmamız gerekenler.

Bir de iyi besleneceğiz ki beynimize yeterli besin gitsin, beyin sermayeden yemesin.
Sermaye az malum. :-)

Aşağıda internetten alıntıladığım unutkanlıkla ilgili iki test var. Hangi seviyede olduğunuza bakın bakalım. Artık yaşlı genç dinlemiyor malum. Tehlikeli sınıra varmadan önlem almakta fayda var.


Testi 1

• Sık kullandığım telefon numaralarını zor hatırlıyorum
• Eşyalarımı koyduğum yeri hatırlamıyorum
• Okumayı bıraktıktan sonra kaldığım yeri hatırlamakta güçlük çekiyorum
• Alışverişe çıkarken alışveriş listesine ihtiyaç duyuyorum
• Randevuları, tarihleri, organizasyonları unutuyorum
• Alışverişe çıktığımda neler yapmayı planladığımı unutuyorum
• Tanıştığım insanların isimlerini hatırlamakta güçlük çekiyorum
• Televizyonda izlediklerimi hatırlamakta güçlük çekiyorum
• Söylemek istediklerimi ifade etmekte zorlanıyorum
• Dilimin ucuna gelenleri söyleyemiyorum
• Tanıştırılan insanların isimlerini hemen unutuyorum
• Bir başkasını dinlerken aklımdakileri unutuyorum
• Yazı yazarken, bilgisayar ve hesap makinesi kullanırken hata yapıyorum
• Tek bir konuya yoğunlaşamıyorum
• Okuduğum şeye konsantre olamıyorum
• Söylenenleri hemen sonra unutuyorum
• Yaptıklarımın iyi olduğundan emin olabilmem için yavaş yapmak zorundayım
• Kafamın içi boşalmış gibi hissediyorum
• Günlerden hangi gün olduğunu unutuyorum

Puanlama:

Asla: 0
Seyrek: 1
Bazen: 2
Sık sık: 3

Değerlendirme:

0 - 15 puan: Hafızanız çok iyi, sorun yok. Normal yaşantınıza devam edebilirsiniz.

15 - 25 puan: Küçük sorunlar başlamış, dikkatli olun.

25 - 35 puan: Sınırdasınız. İleride sorun çıkmaması için önerileri uygulayın.

35 puan üzeri: Uzman yardımı almanız gerekir.

Test 1 Kaynak: milliyetcomtr 


Test 2

Vereceğiniz her "Evet" cevabı için kendinize 1 puan verin.

•  Hafıza sorunu yaşıyor musunuz?
•  Bir işe konsantre olurken zorlanıyor ve sık sık kafanız karışıyor mu?
•  Çok iyi tanıdığınız birinin zaman zaman ismini unuttuğunuz oluyor mu?
•  Çoğu zaman geçmişle ilgili bazı ayrıntıları hatırlayıp da dün ne yaptığınızı unuttuğunuz anlar oluyor mu?
•  Haftanın hangi gününde olduğunuzu unuttuğunuz oluyor mu?
•  Bir şeyleri aramaya kalkıp da sonradan ne aradığınızı unuttuğunuz oluyor mu?
•  Ailenizden birileri ya da arkadaşlarınız, sizin eskisine nazaran daha unutkan     olmaya başladığınızı söylüyorlar mı?
•  Sıklıkla zihinsel bir yorgunluk hissediyor musunuz?
•  1 Saatten fazla bir işe konsantre olamadığınızı hissediyor musunuz?
•  Sık sık anahtarınızı unuttuğunuz oluyor mu?
•  Sürekli söylediğiniz bir şeyi tekrar ediyor musunuz?
•  Bir şeyleri öğrenirken artık zorlandığınızı hissediyor musunuz?
•  Bazen yapmaya çalıştığınız bir şeyi bir anda aslını unutuyor musunuz?
•  Herhangi bir şey için kullanacağınız rakamları, bir yere not etmeden hatırlayamıyor musunuz?

PUANLAMA

1-5: Hafızanızla ilgili büyük bir probleminiz bulunmuyor, ancak sizin yine de hafızanızı daha da keskinleştirmek için doğal takviyeler ve güçlendiriciler kullanabilirsiniz.
6-10: Hafızanızın kesinlikle bir güçlendiriciye ihtiyacı var, beyniniz zor durumda. Unutkanlıktan kurtulmak için kimi egzersizler uygulamalı ve stresten uzak durmalısınız.
11-14: Önemli ölçüde hafıza düşüşü yaşıyorsunuz ve bunun üzerine bir şeyler yapmak zorundasınız. Bir uzmana görünüp bu hafıza düşüşünün nedenini araştırmalısınız. Belki de stres hormonlarındaki dengesizlikten de böyle bir sorun yaşıyor olabilirsiniz.

Test 2 Kaynak: Danışman Psikolojik Hizmetleri

17 Kasım 2015

Tatlı Sözlük


Küçük çocukları konuşturmak, o küçümen dünyalarındaki filozof hallerini izlemek hem eğlenceli hem şaşırtıcı gelmiştir hep..
Yeni nesil çocukların anneleri ne yiyip ne içiyorsa artık, çocukları inanılmaz bir zekayla doğuyorlar. Acayipler hatta:-)
Bazen korkutucu.!
Ama içlerinde saf ve belli ki çok hassas olanları da var..
Nasıl biliyor, ne arada öğrendi, bunu nasıl düşünebildi, demiyor muyuz her duyduğumuza şaşırarak..
Çok akıllılar, çok eğlenceliler, çok tatlılar.. smile ifade simgesi
Twitter'da "Tatlı Sözlük" kullanıcı adıyla bu minik bilginlerin veciz sözleri yayınlanıyor.
Canınız sıkıldığında girin okuyun.
En sevdiklerimi yayınlıyorum...
Yüzünüzde kocccaaaaman bir gülücükle bitireceksiniz.
Garanti:-)
****
-Kızım, sana süt yapayım mı?, "Yorulmak istiyosan yap, ne diyim!", Elifnaz Yücel (5.5 Yaşında)
"Anne, ben aşık oldum, içim dışıma fırladı gitti resmen", Emre Gürbüz (5.5 Yaşında)
Hapşıran komşumuz "hep birlikte yaşayalım" deyince: "Anne ben bu kadınla birlikte yaşamak istemiyorum!", İlay Çarık (4.5 Yaşında)
-Kızım, ne o elindekiler?, "Tükürdek yiyorum anne", İlk kez çekirdek yiyen Sıla (4 Yaşında)
""Anne, beni ne güzel yapmışsın.Teşekkür ederim", Lal Ege (3.5 Yaşındayken)
"Anne,hangi elbisemi giyiim?",- Kırmızı çiçekleri olanı giy,o sana çok yakışıyor, "Hayır anne! Ben istediğimi giyicem!", Ekin (4.5 Yaşında
Alışverişte: "Bakar mısınız! Bu ayakkabıların 10 numara küçüğü var mı acaba?", Tara Güner (6 Yaşında)
-Oğlum oraya çıkma olur mu?,"Olur değil anne!!", Arhan (2.5 Yaşında)
''Anne, bazen kalbin acıdığında arkanı dönüp yalnız kalmak iyi gelebilir'', Jülide Ela Özant (4 Yaşında)
4 Aylık kardeşi yanağını ısırmaya çalışınca: "Biz yemek değiliz kardeşim, annem ve ben insanız.",
-Yatalım mı? Uykun geldi.,"Senin uykun gelince yatalım", Eda (6 Yaşında)
"Anne, sağduyu, sağ gözünle bakmak mı demek?", Onur Efe Peker (4.5 Yaşında)
Kendisine kızan annesine: "Sen galiba beni gözden çıkardın!", Ada Can Gümüş (4 Yaşında)
-Eğer hasta olursan, dondurma yiyemezsin., "Ben zaten dondurma yediğim için hasta oluyorum", İlkim(5 Yaşında)
Banyoda açık olan suyu kapatıp:"Bu suyun sonu var anne, ben mi önemliyim, dünya mı?", Arda (6Yaşında)
-Gaz çıkaran arkadaşı için:"Anneeee, gelir misin! Mert içini odama boşaltıyo", İlkim Naz Yamak(4.5 Yaşında)
Dişi sallanmaya başlayınca:"Annecim, dişlerim dökülünce de beni sevecek misin?", Ediz Demir (5Yaşındayken)
-İleride karına pırlanta alma tamam mı, "Üzgünüm anne, O ne isterse almak zorundayım, O'nu mutsuz edemem", Ediz Demir (3.5 Yaşında)
"Annecim sen eğilme, karnında bebek büzüşmesin. Ben yaparım işleri...Bir doğsun onu sıvıra sıvıra yiycemben" , Nisa Ayyıldız (5 Yaşında)
"Annecim, kızmana gerek yok.Konuşarak anlaşabiliriz, sakince anlat bana", Kerem (4 Yaşında)
Çiçek hastası olduğunu öğrenince:"Anne, yapraklarım da çıkcak mı?", İrfan Yıldız (5 Yaşında)
"Anne, kör ne demek sana öğreteyim mi?'' -Neymiş öğret bakalım, "Kör demek, erkek demek'', Aytuna(3,5 yaşında)
''Siz bana neden 6 yaş verdiniz ki ?Ben daha kendimi o kadar büyük hissetmiyorum. '' Beste (6 Yaşında)
Misafirlikte: "Anne eve gitmek istiyorum", - Neden oğlum, daha yeni geldik, "Evimdeki huzuru burada bulamıyorum", Oğuz (9 Yaşında)
"Anne, uyuyamıcam, uykum ağzımdan kaçtı", Kayra Gürbüz (3.5 Yaşında)
Annesi kızınca: "Bana öyle bakma anne! Kalbimi deliyorsun", Yağmur Kır (6 Yaşında)
İşten dönüp koltuğa uzanan babasına: "Oh oh ohhh! Biz burda boyama yapalım, sen orda keyif çatıştır!", Sina (5 Yaşında)
Kola siparişi veren yan masaya müdahale ediyor: "Kola içerseniz, gerilirsiniz!"= Geğirirsiniz, Ege (4 Yaşında)
Komşunun köpeği 5 yavru doğurunca: "Yuh! Bu köpek saymasını bilmiyo galiba", Eralp (5 Yaşında)
-Dikkat et tatlım, yağ çok kızgın., "Niye kızmış ki? Ben bişey yapmadım", Burçak Atalay (3.5 Yaşında)
"Sorun bende değil anne, sorun sende. Sen benim istediğim gibi yemek yapamıyorsun", Lale Koşan (5.5 Yaşında)
"Anne, kardeşimi göbeğinde taşımana gerek yok, yumurtla O'nu, sonra kuluçkaya yatarsın", Zehra Aydın (4.5 Yaşında)
Annem babamı öpünce, babamın gözleri kalp kalp oluyo", Büşra Yıldızdoğan (4.5 Yaşında)
Pırasayı görünce: "Benim kendime ayit lezzet sırlarım var, bu yemeyi yiyemem!", Görkem (6 Yaşında)
Annesi yemeği yakmış: "Burun şişirici bi koku var burda. Yine mutfak deneyi mi yapıyodun?", Ege (4.5 Yaşında)
"Anane bugün seni çok üzdüm ama karnımda çok kurt var galiba, kurtlandım sanırım" , @KayraBarlas(3.5 Yaşında)
Kendisine bakan yaşlı teyzeye :"Bana neden bakıyorsun? Yoksa bi fotoğrafımı mı istiyorsun?" Hüner (4 Yaşında)
"Anne benim karnım susadı" Baran (3 Yaşında)
"Baba, böyle inatçı olmaya devam edersen, daha çok kel olucaksın, haberin olsun", Alya Güneş (5 Yaşında)
"Sündüs'ü buzdolabına koyalım orda beklesin, ben büyüyünce çıkarırız, evleniriz.", Yiğit (5 yaşında),(Sündüs 25 Yaşında)
"'Yengemi kaybettim ve düştüm''= Dengesini kaybetmiş ve düşmüş, Şule (4 Yaşında)
-Kızım, eğer balık yersen çok akıllı olursun, "Kendi çok akıllı olsa bu tabakta olmazdı, beni nasıl akıllı yapıcak?!", Çağla (5 Yaşında))
-Neden uyumuyorsun kızım?, "Annecimm vucudum uyudu, sıra gözlerimde, şimdi onları da uyutucam", Delfin (4.5 Yaşında)
"Ceren ablacım, senden ayrılırken gözlerimden duygular fışkırıyo." Deniz Karagülle ( 3 Yaşında)
"Ben seninle oynamak istemiyorum hala, ben yaşlı kızla oynamak istiyorum"=Babaannesiyle oynamak istiyormuş, Demir (4 Yaşında)
"Kocaman bir midem var, şişkoladım artık" Eren (3,5Yaşında)
"Artık abla oldum, bezimi kendim bağlayabilirim!"Ece (3.5 Yaşında)
"Baba, gerçekten akıllı bi beynin varsa; bana kumandalı araba alırsın!", Atakan (5 Yaşında)
Gece altına kaçırmış: "Annee, koş koşşş, sen bana ıslak pijama giydirmişsin.", Yasin Efe Dirik (3 Yaşında)
Aşık olduğu 22 yaşındaki abla, yüzük almak için paran var mı diye sorunca: "Sünnet paralarım var", Samet (7 Yaşında
Komşularının oğlunun tüp bebek olduğunu öğrenir: "Ya çocuğun tüpü biterse?..... Yazık valla!", İrem Yalın (5 Yaşında)
Üzgünlüklerimi siler misin annecim vütven?"= Gözyaşlarımı siler misin?, Selin Yurdageç (3 Yaşında)
Anne ayaklarıma kara su indi, biraz daha yürürsek o suda boğulucam!", Güneş Öztop (6 Yaşında)
Allah Baba'nın kulakları tıkanmış olabilir. Hep dua yaptım duysun diye, hiç konuşmadı benle" Cem, (5 Yaşında, ana dili İngilizce)
"Şu an sinirlerim üflemeye ve kızmaya başladı.", Kayra Barlas (3.5 Yaşında)
Anne, içimde bi mutlu varr", Rlif (4 Yaşında)
Su içerken koynundan içeri su dökülünce: "Annecim, gönlümden içeri su girdi", Umut Alp (4 Yaşında)
Grip olan annesini öpmek ister: - Tatlım, öpme, hastalığım sana geçmesin, "Annecim, öpiim de benim iyiliğim sana geçsin", Zeynep İşler (4.5)
Tatil demek; okul dememek!", Ecrin (5 Yaşında)
Bana Türkçe konuşmayı öğrettniz! Neden şimdi de İngilizce öğrenmemi istiyosunz? O zaman İngilzce konuştursaydınız beni bebekken!", Gökalp-5
Anne neden benimle konuşmuyosun, küs müyüz?, -Hayır canım, film izliyoruz, "Ama beni rahatsız edebiliğsin, ben kızmam", Sudelal (3 Yaşında)
Banyodan çıktıktan sonra buruşmuş ellerine bakıp: "Anneaaa, ellerim eskimiş!", Telvin (2 Yaşında)
İşte böylee:-)
Çocuklar, çok yaşayın emi:-)

21 Ağustos 2015

Bir Gün Ortadan İkiye Kırılır


İlk yarısı sevinç, ikinci yarısı hüzün.

Bir araya geldiğinizde sohbetin dibini bulamadıklarınız vardır hani. Konu konuya bağlanır, iç içe geçer, daldan dala atlanır, dedikodu yapılır, ağlanır, gülünür...
O da öyle. Konuşmaya doyamadıklarımdan.

Onu anlatmıştım daha önce burada: ( Yaşamak için Sebebiniz Var mı? )
Dualar etmişti tanıyan tanımayan herkes.
Tanımadan sevmişlerdi onu pek çok.

O gözlerinin içi gülen, bıcır bıcır konuşan kadın son altı aydır biraz sessizleşti.
Ne yapsın? Nelerle savaşıyor. Konuşmaya hali yok ki.
Bulantıyla ve kusmayla ve hatta ağrılarıyla samimi. Artık benimle değil.
Onlar yalnız bıraktığı zaman da uykuya sığınıyor. Dolayısıyla konuşamıyoruz.
Olsun.
O uyuyorken dinleniyor ya, ateşkes var ya vücudunda.
Konuşmasın benimle. Yeter ki uyusun dinlensin.
Yanındayken nefes almaya korkuyorum. Hareketsiz oturuyorum ki uyanmasın, savaş başlamasın.

Bir dönem içinde yangınlar var. Buz yiyerek söndürmeye çalışıyor. Buzlu soğuk sular, soğuk meyve suları içiyor. Yok, yine dinmiyor yangın...

Bir zaman geliyor;  ne buz, ne su, ne yemek... Ağzını bağlıyor bu defa. Ama yine de damar yoluyla da olsa aldığı her besin onu zorlayarak, yorarak ağzından çıkmayı başarıyor.

Burnundan midesine giden hortumla mücadelesi ayrı bir macera...
Her ameliyat sonrası yaşadığı ayrı sıkıntı, bağırsaklarına bağlı torbayla yaşamaya çalışması ayrı...

Onlarca ameliyat geçirdi büyüklü küçüklü... Kaç kereler vücudunun bir yeri iyileşirken, diğer yeri bozulup acil müdahaleler yaşamak zorunda kaldı.
Hayatımda gördüğüm en savaşçı, en dirençli, en inatçı ve en inançlı kadındır o.

Aldığı kemoterapilerin yaparken yıktıklarıyla, mide bulantıları ve kusmalarla, yiyememelerle, tüm bunların ve sekiz ay boyunca hastanede kalmasının yarattığı psikolojik çöküntüyle savaşmak ama yine de inancını korumak, tevekkülle bu süreci yaşamak öyle her yiğidin harcı değildir.

Yanında gece refakat ettiğim zamanlar oldu. Birlikte kol kola hastane koridorlarında volta attığımız zamanlar da... Gündüz televizyonda izlediklerimizi çekiştirip eğlendiğimiz günlerimiz vardı.
Hep umutluyduk ikimiz de.
O, ne olacak sonum bilmiyorum, deyip birazcık yoldan saptığında; İyi olacak, emin ellerdesin, takip ediliyorsun, tedavini alıyorsun, biz de yanındayız, hepsi geçecek, an olarak kalacak bunların hepsi, göreceksin, diyordum.
Onun iyi olup hastaneden çıkacağına, o iyice zayıflamış güzel yüzünün yine sağlıkla ışıldayacağına inancım tamdı benim.
Aşkla bağlı olduğu oğluna ve kocasına ve güzel evine kavuşacağına. Oğluyla -söylediği gibi- deniz tatiline çıkacağına... İstediği altı yılı Allah'ın ona vereceğine emindim. Oğlunu evlendirecek, yerini yurdunu yapacaktı. Sonra ne olacaksa olsundu ona. Öyle demişti bana.
Ben bu hastalığın onun yanından kalkıp gideceğini düşündüm hep.

Kalkıp gitti hastalık dört yılın sonunda.
Ama arkadaşımın elinden tutup gitti.

Bir gün ortadan ikiye kırılır.
İlk yarısı sevinç, ikinci yarısı hüzün.

Sabahki sevincimi paylaşmak için mutluluk gözyaşlarıyla aradığımda nefes alamadığı ve iyi olmadığı söyleniyor bana.
Gözyaşım akıyor ama artık mutlu değil...

Çıkıp yanına gidiyorum. Daha önce de böyle kötü oldu. Uyudu, uyandırılamadı iki gün. O zaman da gittim. Herkesler yanındaydı. Gidecekti sanki..
Korktum, ağladım, elini öptüm, giderse diye vedalaştım, hakkını helal et, benim varsa helal olsun dedim için için.

Çok şükür ki ertesi gün uyandı.
Uyumadan önce söylediklerini, uyandıktan sonra konuşulanları hiç bir şeyi hatırlamıyordu.
Dalgasını geçtik. Neler neler söylediğini ona hatırlattık, nasıl da uydurmuşum dedi, güldü...
Dönmüştü.
Ne güzel...
Sonraki bir hafta sonunu bütün ailesiyle geçirdi. Cümbür cemaat...
Ne güzel..
Ne çok mutlu oldum.

Bir hafta sonra telefonda onun iyi olmadığını, nefes alamadığını duyunca yine gittim.
İçeri girdim.
Yanındakiler ağlıyordu.
O da oradaydı ama yoktu.
Bu defa dönmemek üzere gitmiş.
Ağrısın  sızınızı, bulantısını, tatsızlığını, her şeyini yanına alıp gitmiş.
Ağladım.
İnanamadım. bitmeyen ümidim vardı, hani iyileşecekti, bitecekti hepsi, an olacaktı, üstüne konuşulacaktı sadece.
Hayır, hayır, hayır... :(
Gitmiş.
Güzel yüzünü son kez görsem mi, en son gördüğüm gibi mi kalsa içimde bilemeden ağladım.
Görmek istedim yine de.
O güzel hokka burnu küçücük kalmış. Öyle zayıf ki.
Dokunamadım ona.
Önceden helalleşmiştim ama yine de içimden konuştum pek çok...

Alıp götürdüler sonra.

Rukiyeciğim, canım güzel arkadaşım...
Seni yeni yatağına birakıp eve geldik ya, işte o gecem çok zor geçti.
İnşallah sen zorlanmamışsındır.

Hani seni asansöre koyup götürürlerken arkandan ağlayarak, lütfen cennete git, cennete git, dedim ya.
Bak yolunu şaşırma, istikamet doooğru cennet...
Ben ne bilirim aslında..
Allah biliyor ve içime öyle düşürüyor ki sen zaten şimdi oradasın.

O cin gibi, içleri gülen gözlerin var hep aklımda.
Son gördüğüm yüzünü bastırıyor.

Sen iyiyken Ortaköy'de yaptığımız kahvaltının keyfi, çocuklarımızı çekiştirmelerimiz, bitimsiz sohbetlerimiz, güzel kalbin, sabrın, inancın, yavruna aşkın, ailenin her bir ferdine kol kanat oluşun, tanımasan bile yardım dileyen birini boş göndermeyişin, sokakta gördüğün her hayvanı sahiplenme isteğin, insanlığın, asaletin ve tevekkül gücünle kalbimin en derininde saklayacağım seni.

Güle güle git inşallah.
Yeni dünyanda huzurlu ol...




10 Ocak 2015

Cemal Süreya

Hastanede On Üç Geçiresim Var 

Mazhar Alanson’un “Hüznün Kuşları” şarkısını bilir misiniz? Biliyorsunuz mutlaka, duyunca hatırlarsınız. Sözlerini yazının sonuna koydum, bakın gelin isterseniz, ben beklerim.  Hatırladınız 
değil mi? Çok güzel şarkıdır. Sözlerinin birçoğu Cemal Süreya’nın şiirlerinden alınarak bestelenmiştir.
Hayatıma farklı kavramlar getirmiştir bu şarkının sözleri. 
“Sen tutar kendini incecik sevdirirdin.” 
İşte ben bundan sonra “ince ince sevmek” ne demek, düşünür oldum... İnce ince sever oldum sonra. 
İnce ince konuşmayı, ince ince düşünmeyi, ince ince özlemeyi, ince ince sızlamayı öğrendim. Sevdim hepsini de. Ama en çok ince ince sevilmeyi sevdim. Her şey inceldi Cemal Süreya’dan sonra...
Cemal Süreya konuk bana bugün. Hastanede on üç gün geçirme istediğimi dillendiren adam. 
Şair, baba, eş, dost... Hisleriyle resim yapan şiirci. İkinci Yeni Akımı’nın (*) demirbaşlarından. 
Şiiri “anlaşılsın” diye değil, sadece “anlatmak” için yazan sıradışılardan. Her kelimesiyle “dediğimi değil, kastettiğimi anla” diyen adam. Kafiye olsun diye yazmamış hiç. Takım elbiseli, kravatlı, cilâ pabuçlu değil. Yaka paça bir yanda, ağzına ne geliyorsa diyen biri, benden biri 
Onunla bir arkadaşım vasıtasıyla tanıştık. Yok, tokalaşmadık. Gözlerimiz temas etmedi tanışırken. Tanıştığımıza memnun olduğumuzu söyleyemedik birbirimize. O yok çünkü. O da gidenlerden. 
Gitmiş ama ta oralardan kalkıp, şiirleriyle beni yolumdan çevirdi. Oysaki ben şiirsevmez ve okumazgillerdendim. 
Onu bilen ve yaşayanların anlattıklarıyla sevdim onu. Her kelimesiyle, her hissiyle. “Gönlünde herkese yer olan biriydi Cemal Süreya. Her anlamda bonkördü. Genlerinde ağalık vardı, doğru! Vermekle elde edilen ağalık... Dikkat edin henüz işinin başında olan birinin değerlendirirken bile cömerttir o, bonkörlüğü elden bırakmaz! Kırmadan, gücendirmeden, överek eleştirir. Sessizliğin ardından fırtınaları olan bir insandı. Alçakgönüllülükte üstüne yoktu ama onurlu davranmasını da bilirdi. Değerinden kuşku edenlerle bir arada bulunmazdı.”
Sözünün eriymiş bir de. Öyle ki bir arkadaşıyla girdikleri iddiada, kaybederse soyadındaki y’lerden birini atacağını söylemiş. Bu yüzden bir y’si eksik Cemal Süraya’dır o. (Asıl adı Cemalettin Seber’dir.)
Aslında o hala nefes alıyorken tanıştırılsaymışız sevinirdim. Ama gidince çok üzülürdüm. Hele bir de aşkım olurdu ki, üzüntü az gelirdi tarife. Tanıdığım insanlar hayatımdan ve dünyadan gidince çok ağlıyorum, çok üzülüyorum. Tanımadıklarıma olmadığı kadar... İyi ki tanımadım onu, içten ağlayamadım. 
Keşke tanısaydım, ağlardım.
Kendime hediye ettiğim ilk şiir kitabı Cemal Süreya’nın Sevda Sözleri’dir. Kitaplarımı çizerek okurum ben. Gözümü parlatan, “bence de, bence de!” dediğim, ait hissettiğim her kelimenin altını çizerim. 
Bu kitapta o kadar çok altı çizilecek kelime vardı ki! Kelime, cümle, şiirin tümü! 
Kıyamadım kitabı çizmeye. Ama dayanamadım işte, sevdiğim şiirlerini ya da mısralarını yıldızladım. Kitabı yıldıza boğdum, minicik yıldızlar ama... Onu incitmeyecek kadar minik. Sanki beni izliyor da, yıldızlamadığım şiirlerini sevmediğimi sanıp, bana gönül koyuyor gibi geldi bazen. Öyle parmak ucunda dolaştım ki kitabın içinde. Nefesimi tutarak… Güzelleme, Aşk, Sizin Hiç Babanız Öldü mü? Hamza, Şu da var, Karne, Banko, Tek Yasak, Kahvaltı, Sayım, Üvercinka, Ülke, Şarap, Park, Üstü Kalsın... Hepsi yıldızlı. Hem şiirler, hem de şiir içindeki mısralar... Daha gözümün değdiği birçoğu var buraya yazmadığım, hala değmediği de. Sırayla bütün hislerine dokunacağım, alacağım kitaplarını. 
On Üç Günün Mektupları’nı istiyorum önce. Beni dağıtacak biliyorum. Olsun. Toplarım kendimi sağımdan solumdan. Hiç yapmadığım şey mi? 
Öyle bir âşık ki eğer yaşıyor olsaydı kapısına dayanabilirdim “bana âşık olur musunuz?” diye! 
Olur muydu acaba? 
Bana da şiirler, on üç günlük mektuplar yazar mıydı?
İnce ince sever miydi beni de? 
Bana da der miydi, “öyle güzel, öyle düzeltici ki seni sevmek.
“Gözlerinsiz edemem” der miydi mesela? 
“Alınyazısının tek okunaklı yeri” olur muydum ben de? 
Beni düşünürken de baktığı her şeyi sever miydi acep? 
Soluğumdan öper miydi ki? 
Bir çiçek gibi yolunu kesseydim? 
Belki ikimiz de babasızlığımıza yanardık birbirimizin omzunda ağlarken... 
Sonra “Sizin hiç babanız öldü mü?” diye sorardık başkalarına.
Cemal Süreya 59 yıl yaşamış sadece. 
Gitmeden önce bir şiir yazmış ve bu şiiri Sunay Akın’a göndermiş. Sormuş beğendin mi diye, Sunay Akın: “Çok güzel hocam da, ne gerek vardı böyle bir şiire” demiş. 
Aldığı cevap: “Merak etme Sunay, gün gelir senin de içine düşer böyle bir şiir.” 
Bu şiirinden yedi gün sonra da gitmiş zaten...
“Ölüyorum tanrım. 
Bu da oldu işte. 
Her ölüm erken ölümdür. 
Biliyorum tanrım. 
Ama ayrıca, aldığın şu hayat… 
Fena değildir... 
Üstü kalsın.”
Hayatı pırıltılı mutlulukla dolu değil ama aşkları göz kamaştırıcı. Birçok kadın değmiş hayatına onca yılda. Yedi yaşındayken kaybettiği anneciğinden sonra, hayatına giren kadınlardan şefkatlenmek 
istemiş hep. Şefkatli olanlarının göğsünde huzurlanmış. Son eşi “bayan en nihayet” in ona söyledikleri, o güne kadar inandığından almış, başka bir gerçekle yüzleştirmiş acı acı... 
“Hep annemin ben çok küçükken öldüğünden söz ederim ya, Birsen başka düşünceler de üretiyor bu konuda: Gerçekte benim bir sürü annem varmış. Bunlar zaman içinde, beni birbirlerine fırlatır dururlarmış. Top kimin elinde kalırsa, o anne bana bir süre bakmak zorunda görürmüş kendini. 
Buymuş gerçeğim. 
Acı... 
Tersini düşünürdüm. Kadınlar, topu yakalamak için özel çaba gösterirler sanırdım.”
Hayatına giren kadınlardan Oğlu Memo Emrah’ın annesini, Zuhal Tekkanat’ı sevmiş en çok... Ona yazdığı bir mektupla rastlaştım. 
Zuhal Tekkanat, bir rahatsızlığından dolayı on üç gün hastanede yatıyor. Cemal Süreya on üç gün boyunca her hastane ziyareti öncesi bir mektup yazıyor ona. Yanına gittiğinde bırakıyor, okusun diye. Ertesi gün bir yenisiyle çıkıp geliyor. Hayatı ve herkesi bırakıp gittikten sonra, mektupların hitap edileni, on üç günlük hastane mektuplarını derleyerek. “On Üç Günün Mektupları” adını verdiği kitabı çıkarıyor, “Bana da yazsaydı” dedim böyle aşklı mektup. 
Bana da “hayat!” deseydi. 
On üç mektuptan bir tanesini okuyacaksınız. Ben sizinle okuyamayacağım, zira her defasında gözlerime yağış iniyor. Göremiyorum okuduğumu. 
Sağanak yağış. Şakır şakır.
“Zuhal’im, hayat! 
Hayatımsın. Bunu bilmeni isterim. En önce bunu bilmeni. Bir de şeyi bilmeni isterim: benden yanlış yere, yok yere kuşkulanıyorsun. Sana hiçbir zaman hayınlık etmedim ben. Edemem. Kaç yıldır evliyiz, yan yanayız. Hâlâ başım dönüyor senlen, esrikim senlen, seviyorum seni. Her geçen gün daha büyük bir aşkla. N’olur, akkavakkızı, anla beni. Bu sevgimi hor görme. Kendininkine uydur, yakıştır. Bu satırları ilk evimizin altındaki kahvede yazıyorum. Ve ben seni o ilk günlerdekinden daha büyük bir tutkuyla seviyorum. Biz iki ayrı ırmak gibi ayrı yerlerden kopup geldik, kavuştuk bir noktada, yanı başımızdan küçük bir kol da alarak büyük bir nehir meydana getirdik; birlikte akıyoruz şimdi. Nicedir bu böyle. Hep de böyle olacak. Denize dökülene, ölene dek. Bizim için tek koşul mutluluk olabilir. Hiçbir şey bozamaz birliğimizi. “Üçüz, gözüz biz.” Sen de öyle düşünmüyor musun? Ne tuhaf, son bir iki ayda seni, benden biraz uzaklaştın, araya mesafeler, tedirginlikler sokuyorsun diye düşünürken, o sırada sen de aynı şeyleri düşünüyormuşsun. Bunlar aşkın halleri, aşkın zaman zaman kişinin önüne çıkardığı ezinçler, üzünçler herhalde. Bunu böyle yorumlamak gerekir. Bir de seviyorum seni. Tek dalımsın. Memo’yla birlikte, ama ondan da öncesin. Bunu böylece bilesin. Bilinmelidir bu.
Kahvenin önünden otomobiller geçiyor. Bir tane de at arabası. Seni düşününce o atı da seviyorum. Çay içiyorum. Artık ıhlamur içeceğim. Ne yumuşak, çağrışımlı, bağışçı, düşcül şeydir ıhlamur. Evimizin önünde bir ıhlamur ağacı olsun. Sen saksıda da yetiştirebilirsin ıhlamuru. Gece yatakta Memo’yla hep seni konuştuk. Susunca seni sustuk. Uyuyunca seni uyuduk.
Akşamları eve döneyim, kapıyı sen aç: gözlerin... Memo okuldan dönmüş olsun. Kaçıncı sınıfta olsun?
Duygulu bir adamım ben. Bir film görmüştüm eskilerde; bir Fransız filmi; adı: “Jesuis un Sentimental.” O filmdeki adam gibi miyim nedir? Öfkem belli olur, coşkum ortaya çıkar da sevincim, üzüncüm dibe akar, orda büyür. 
Yalnız seninle güçlüyüm. Sen olmasan bir anlamım olamaz. Sev beni. 
Yaşayacağız. 
Her şeyimi sana borçluyum. Sana rastladığım sıralar yıkıntılıydım. Sen onardın beni. Tuttun elimden kaldırdın. Ben de ekmek gibi öptüm alnıma koydum seni, kutsadım. Aşk büyüdü, aşk!
Sen hastanedeyken her gün yazacağım sana. Seni nice sevdiğimi anlatacağım. 
Yüzüğünden öperim. 
( 12 Temmuz 1972 )”
İşte bu yüzden, sırf bu yüzden hastanede on üç gün geçiresim var...
** 
Hüznün Kuşları
Ben bütün hüzünleri denemişim kendimde 
Canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını 
Bir bir denemişim bütün kelimeleri 
Yeni sözler buldum seni görmeyeli
Kuliste yarasını saran soytarı gibi 
Seni görmeyeli 
Kasketim eğip üstüne acılarımın 
Sen yüzüne sürgün olduğum kadın 
Kardeşim olan gözlerini unutmadım 
Çık gel bir kez daha beni bozguna uğrat
Sen tutar kendini incecik sevdirirdin 
Bir umuttum bir misillemeydin yalnızlığa 
Şanssızım diyemem kendi payıma 
Hain bir aşk bu kökü dışarda 
Olur böyle şeyler ara sıra 
Olur ara sıra
(*) İkinci Yeni Akımı 
1950’li yıllarda Edip Cansever, İlhan Berk, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Sezai Karakoç ve Ece Ayhan gibi şairlerin başını çektiği bir şiir ve edebiyat akımı. Ortak özellikleri; dilin alışılmış kalıplarını yıkmak, sözdizimini zorlamak, değiştirmek ya da bozmak oldu. Şiirde hayal gücüne ve duyguya ağırlık verdiler. 
Bireyin yalnızlığı, sıkıntıları, çevreye uyumsuzlukları gibi temaları sıklıkla işlediler. Söylemek istediklerini soyut bir dille anlatmaya çabaladılar, yer yer anlamın yittiği görülür şiirlerinde. Amaçları verilmek istenilen duyguyu anlatmaktan ziyade hissettirmektir.


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...