Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

15 Mayıs 2019

Orman







Uzaktan tabelayı görünce sanki sen beni orada bekliyormuşsun gibi heyecanla koşup gelmek istedim yanına. Geldim. Tabelalara kol takıp can verip adını Barış koysalarmış, sarılabilselermiş bir de.
Sarılmak.
Bir olmak.
Tek olmak.
İki can bir kalbe girip tek can olmak.
En hasret duyduğum sarılmak.
Tabelanın önüne geldim ama yine sarılamadık, yine sarılamadık...
Adını gördüm.
Barış Kömürcü
Bize sertifika göndermişlerdi Tema'dan. Orada adını görmek de dokunmuştu. Metal bir panoda adını görmek de dokundu.
Diplomanda görebilseydim mesela o adı.
Ama belki o tabeladaki isim senin asıl diploman.
Verdiğin nefesin geri kalanını başka canlılar soluyacak.
Bir nefes gitti, bin nefes alacak.
Böyle diyorum, kalbimin yarısı teslim bu dediğime ama diğer yarısı sana sarılmak istiyor.
Hep.
Hep.
Hep.

Bu orman nasıl oldu anlatayım mı sana?
Gittiğinin ilk haftası benim güzel arkadaşlarım senin adına fidan bağışlamaya başlamıştı. Sayısı artmaya başlayınca, yolumuzun yıllar önce kesiştiği bir arkadaşım, Kübra, "Bu fidanlar bir arada orman olup Barış adını alsa ne güzel olur, demiş ve bu düşüncesini bizimle paylaşmıştı. (Kübra bana Allah yoluyla gönderilmiş bir güzel kalp. Teşekkürüm az gelir, Allah gönlünde ne varsa gününe getirsin...)
Adına ormanın olma fikri ışık olmuştu onca acının içinde.
Dostlarımıza, ailemize, tanıdık tanımadık herkese ulaştı bu fikir.
Herkes kendi arkadaşlarıyla paylaştı. Canım İclal Aydın'a rica ettim kendi arkadaşlarıyla paylaşır mı diye, o tuttu bütün takipçileriyle paylaştı. (İclal'in fidanları ve güzelim kalbi ona güzel kızının mutluluğuyla dönsün dilerim.)
Bizim tanıdığımız, seni tanıyan herkes kendi sayfasında yayınladı. Okuldan arkadaşların yaptıkları bir etkinliğin geliriyle bağış yaptı. İnanamayacağımız kadar büyük bir hızla fidanların çoğaldı.
Her bağış raporu aldığımızda gözlerimizin biri ağladı biri güldü.
İclal'e "Orman bana yukarıdan atılmış bir halat gibi, ona tutundum salınıyorum" demiştim. Tam da öyleydi. Kökünden kopmuş gibi oluyorsun çünkü, boşlukta salınıyorsun sadece. Uzatılan bir el, atılan bir halat hayatta tutuyor seni..

Herkesin gönlünde bir fidan yeşermiş toprakla buluşmayı bekliyormuş. Barış'ım giderek o buluşmayı gerçekledi hepiniz için.
Hepimiz için.
O ormanın tabelasında Barış'ın adı var ama tek onun değil.
Fidanların hepsinin adı var.
Kiminiz çocuğunuz için, kiminiz anne babanız için, belki bir dostunuza, belki kendinize, kardeşinize, arkadaşınıza bağışladınız o fidanları.
O topraklarda hepinizin kalbi yeşerecek.
Her birinize ayrı ayrı bin teşekkür ederim, tüm kalbimle sımsıkı sarılırım.
Barış'ım adına da, kendi adımıza da.
Tabelada "Ailesi ve sevenlerinin katkılarıyla" diyor. Onu tanıyıp sevenlerin ve tanımadan sevenlerin katkılarıyla.
Ormanın başladığı yerde duran tabelayı görünce Barış  bizi orada bekliyor gibi gelmişti dedim ya.
Barış sizi de bekliyor orada.
Gidin, kuş sesleriyle sakin sakin oturun, doğayı dinleyin...
Fidanlarınızı görün, sevin.
Barış o sırada eminim kollarını kavuşturup yukarıdan ormana, size bakıp gülümsüyor olacak. Öyle geliyor gözümün önüne. Hatta sevinci şaşkınlıkla dolu, hissediyorum.
Bu kadar çok sevdiği ağaç, yeşil, hayvan, doğa, kuş, kelebek onun adına gelecek, orada özgürce, barışla, sonsuzca nefes alıp verecek.
Barış'ımın öyle düz, öyle şeffaf, öyle azla yetinen bir çocuktu ki, çok, ancak doğadan gelirse onu mutlu edebilirdi. Oğlumu ve bizi mutlu eden herkese şükranla, duayla, sevgiyle... Oğluma not: Canım yavrum Fidanların biraz büyüsün, arkadaşların gelip orada kamp kuracaklar, müzik yapacaklar.
Seninle vakit geçirecekler.
Biz de yine geleceğiz.
Kuş seslerini dinlerken seni hissedeceğiz.
Özlemimiz daha da artacak ama senin kelebeklerle omuzlarımıza konup, neşeyle, oradan oraya uçtuğunu gördükçe dinginleşeceğiz belki. Karıncaların yuvalarındaki aceleci koşturmalarını gördükçe sana gülümseyeceğiz. Doğanın toprağa serptiği rengarenk çiçeklerde seni görüp selamlaşacağız. Sen her yerdesin. Kalbimdesin. Bendesin. Rüyamda değilsin nicedir. Kollarım açık bekliyorum. Gel sarılalım. 15 Mayıs 2019 12.41
Sevgili okuyucuya not: Gidip fidanlarınızı görmek isterseniz size ormanın konumunu göndereceğim. Lüleburgaz Karaağaç köyünde. İstanbul'a iki saat uzaklıkta. Giderken gelinciklerle, yeşille, doğayla, hayvanlarla selamlaşarak gidiyorsunuz, öyle güzel ki köy yolu. Yetişkin ağaçlarda var aslında. Gölgesinde dinlenirsiniz. Doğanın müziğini dinlersiniz.. Gidecek olursanız benden selam edin oğluma. Annen yine gelecek, seni çok seviyor, özlüyor deyin..


13 Mayıs 2019

Doğum Günü





Yıllar önce evimize hırsız girmişti. Laptop, fotoğraf makinası, dijital bellek, para, kıyafet, takı, bir sürü şey çalınmıştı.
Çalınanlar içinde en çok iki şeye çok üzülmüştüm. Biri fotoğraf belleğiydi, annemin fotoğrafları vardı içinde.
Bir de Barış'ın bana doğum günümde aldığı altın bir kolye vardı, o çalındı diye çok çok üzülmüştüm.
Takı çekmecemde aradım, yoktu. Bir iki gün sonra tekrar baktım ve buldum. Ne çok sevinmiştim...
(Annemin fotoğraflarını da başka bir yerde yedeklediğim aklıma geldi birkaç ay sonra.)
O kolyeyi Barış bana kendi harçlığıyla almıştı. On üç yaşındaydı sanırım. O yaşlarda bana aşıktı. Öyle özeniyor, sevgisini öyle güzel yollarla gösteriyordu ki dünyanın en mükemmel, en iyi, en güzel annesi gibi hissediyordum.
Kolyeyi bana vereceği gün balkonda ikimiz için sofra hazırlamıştı. Masaya kumaş örtü sermiş, kendisi de kumaş pantolon giymişti. Hep kot pantolon giydiği için kumaş pantolonu yoktu, o da okul formasının pantolonunu giymiş.
Bana yemek servisi yaptı. Hediyesini verdi. Nasıl mutlu, nasıl heyecanlıydı.
Aldığım en güzel hediyeydi.
Eski bir yazımın girişinde sevgiyle ilgili şunları yazmışım.
“Şu gazetelerdeki sağlıklı ve uzun yaşama formüllerini uygular mısın annecim? Ben kırk yaşıma geldiğinde senin de yaşıyor olmanı istiyorum çünkü.”
On bir yaşında bir oğlan çocuğunun isteği bu.
Yüz güldüren, iç ısıtan bir istek bu.
Hayatınızda olmasını istediğiniz kıymetlilerinize on bir yaşın diliyle sevginizi diyebiliyor musunuz siz?
Kendi yaşınızla deseniz de olur.
Yoksa, "Zaten var, orada ve kıymetli. Söylememe gerek yok” diyerek “için için” mi seviyorsunuz? "
Demişim.
O on bir yaşındaki çocuk Barış'tı.
Öyle sevgili bir çocuktu ki... Beni sevdiğini her daim hissettirdi. Sözleriyle, davranışlarıyla, bana bakarken aşkla gülen gözleriyle..
Ama çoğu ergen gibi bir zaman sonra yolda koluna girmemi bile istemeyen, sarılmak ve öpmek için neredeyse randevu alacağım, için için seven ama göstermeyen bir oğlan çocuğuna döndü.
İçin için sevdiğini göstermemeyi tercih ettiği ama bir gün içinden taştığını görmüştüm.
Yazlığı ilk aldığımızda o yine gitmişti orada kalmaya. Bir ay kadar kalıp dönmüştü. Döndüğü gün sarıldık, öptük birbirimizi. Birkaç saat geçti. Salondaydık ikimiz de. O bir şeylerle uğraşıyordu. Ben de koltukta oturuyordum. Doğum günümden birkaç gün sonraydı sanırım. Birden yanıma geldi, gülerek ve çocuk gibi "Ay sen kırk altı mı oldun, büyüdün mü, diye sarıldı bana. Şaşırdım, sevindim, ben de sarıldım.
Seni özledim, bir daha sarılmak istedim, demenin en tatlı yoluydu bu bana göre.
Kalbimde sıcacık duruyor o an.
Küçük yaşta, annesinin elinden tutan, sarılıp öpen oğlanları gördüğümde annelerine; tadını çıkarın, sarılın, mıncıklayın, çok çok öpün, biraz büyüyünce öptürmeyecek bile, diyordum.
Tabii Barış keşke kırk yaşına gelseydi de hiç öptürmeseydi, hiç sarılmasaydım.
Ama o yaşa gelmeden de olamayacakmış bunlar.
Kimse bilmiyor, hiçbir şeyi.
Allah biliyor tek.
Her doğum günümde mutlu yazılar yazardım ben. Gün 12 Mayıs'a dönünce hüzünlenirdim doğum günüm bitti diye. Anlamlıydı, güzeldi, neşeli bir şeydi doğum günümün gelmesi.
Geçen yıl şunları yazmışım:
"Bugün bir kız çocuğu geldi dünyaya. Adı ben, Nuray.
Kırk sekiz yıl geçti içimden. Sevip sarmalayıp baş tacı ettiğim bir dolu anla; herkes gibi unutmak istediğim ama unutamadığım bir dolu 'Keşke yaşanmasaydı' larla geçen kırk sekiz yıl.
Beni bekleyen sağlıklı, tatlı sürprizli, "İyi ki yaşanmış" diyeceğim günlerim olsun dilerim ki..
Hayatımdaki güzel kalpli, temiz ruhlu, iyi insanların varlığına şükrederek, daha da çoğalsınlar dileyerek iyi ki doğduuum beeen."
Geçen yıldan bu yıla son dileğim gerçek oldu, hayatıma giren güzel kalpli, temiz ruhlu, iyi insanlar çoğaldı. Buna Barış aracı oldu üstelik.
Varlıklarına şükrüm daimi.
İyi ki yaşanmış günlerim olsun, demişim bir de.
Olmuştur 13 Ekim'e kadar.
Ama o gün ve sonrası hep, "Keşke yaşanmasaydı."
Bu yılki doğum günümün yarısı ağlamakla, yarısı geçen yıl aynı gün Barış'ımla yaşadıklarımızı hatırlamaya çalışmakla geçti.
Bir gece önce telefonunu artık yanına almayacağını söylemişti. Çok üzülmüş ve tepki vermiştim.
Ertesi gün, doğum günümde öğlene kadar ağlamıştım. Beni öyle görünce yanıma geldi, neden ağladığımı sordu. Benim gibi endişeli bir anneye bunu nasıl yapabiliyorsun, ben senden haber almadan nasıl gün geçireceğim? Her dakika arayıp seni taciz etmiyorum biliyorsun ki, sadece aramam ve haber almam gerektiğinde sana ulaşabilmeyi istiyorum. Ne hissettiğimi ve ne düşündüğümü bu kadar önemsemiyor oluşuna çok içerliyorum, dedim.
O da çok büyüttüğümü bu kararının benimle hiçbir ilgisi olmadığını, kişisel algılamamam gerektiğini söyledi.
Telefon onun için özgürlüğünü kısıtlayan, elindeyken onu gereksiz yere oyalayan, devamlı baktığı ve hayatı kaçırmasına sebep olan bir şeymiş. Gerektiğinde bana zaten ulaşacakmış. Endişe etmeme gerek yokmuş.
Tabii ki hemen ikna olmadım ama ikna etmek gibi bir çabası da yoktu zaten. Sadece bu kararını bildirdi ve uymamı bekledi. Anlaşma yaptık. Geç gelecekse mutlaka haber vereceğini söyledi. (Zaten evden çıktıktan sonra haberleşmiyorduk geceye kadar. Geç saat olunca ben arıyordum gelecek misin, diye sormak için.)
İlk günler zor oldu. Ama eğer gecikecekse arayıp haber verdi. Bir iki kere arkadaşından aradı. Sonra ankesörlü telefon kartı aldı. Onunla aradı. Çok eğlenceli gelmişti o kartı kullanmak.
Değişikti, yoktu böyle bir tanıdığım diyorum.
Ne önce, ne sonra.
O zamanlar bu farklı oluşu zorluyordu beni elbette ama şimdilerde keşke bende onun kadar değişebilsem diyorum...
Bir ara telefonla alakamı ben de kesmek istedim. Çok kullanılan uygulamaların çoğunu kaldırdım ki o da başlangıçta böyle yapmıştı.
Bazı geceler telefonun sesini kıstım, bazen kapattım.
Bazen ulaşılır olmamak ihtiyacım oldu ve ulaşmamak.
Telefonun o küçücük ekranında yaşamamak.
Öyle anlarda oğlumu anladım.
Ne hissettiğini ve aslında bunun kimseyle ilgisi olmadığını.
Bu histeyken biri karşımda ağlasa, bana bunu nasıl yaparsın, dese çok anlamsız gelebilirdi örneğin. Ama hiçbir zaman onun kadar cesur ve kendim olamayacağım için telefonun küçük ekranına döndüm yine.
Zaman zaman yine görünmez olmak isteğim baki, o ayrı...
Geçen yıl öğlen saatlerinde yaptığımız bu konuşmanın hatırıma getirdiğiyle bu yıl aynı saatte yine ağlıyordum.
Geçen yıl yemek yemeye gittiğimiz yerdeki masada bu defa karşımdaki sandalyede o olmadan oturdum. Doldurduğu boşluğa baktım o varmış gibi.
Onunla dolaştığımız ve fotoğraf çektirdiğimiz yerde gidip durdum. Akşam oturup fotoğraflarına baktım.
Pasta kesmedim, mum üflemedim.
İstemedim.
İstenmiyor.
Kırk dokuzuncu yıl geçti gitti içimden.
İçimden içimi alarak.
Gözümdeki gülüşü dondurup ışığını söndürerek.
13 Ekim'den önceki kadına beni yabancılaştırarak.
Bir daha o kadını hiç görmeyeceğime inandırarak.
Ne diyeyim, ne dileyeyim hiç bilmiyorum…
Susmak geliyor içimden sadece.
Susuyorum.
Odandan, masandan.
14 Mayıs 2019
00.16



07 Mayıs 2019

Sensiz Seninle






Kaç gündür Feridun Düzağaç'ın Nadas şarkısındaki şu cümle geçiyor aklımdan.
"Hiçbir şey diyen bir cümlenin ortasına terk edilmiş bir kelimeyim."
Aynen öyleyim.
Hatta ensemden tutulmuş kocaman, bilmediğim, anlamlandıramadığım devasa bir boşluğun içine atılmış gibiyim.  Tek başıma.
Küçücük, ufacık, içine kaçmış, etrafına şaşkınlıkla, ürkerek, korkuyla kocaman gözlerle bakan küçük bir kız çocuğu gibi.
Bilmiyorum bu olunca nasıl hissediliyor ya da hissettiklerim normal mi? Bundan sonra nasıl olacak. Bilinmezlik yutuyor insanı.
Bu bilinmezlikte benden önce yutulmuş çok kimse var, maalesef ki var.
Onlar ne yapmış, nasıl baş etmiş, ne hissetmiş, anlamışlar mı, kabul etmişler mi, diye cevapsız bin soruyla kalakalıyor insan.
Damdan kafa üstü düşülüyor, damdan kafa üstü düşenden başkasında yok bu soruların cevapları.
Ne zamandır araştırıyorum, cevap bulurum, diye. Makaleler okuyorum, kitap bakıyorum, terapiye gidiyorum, video izliyorum.
Genellenen, kalıplaşmış bir kaç maddeyle sınırlandırılmış yas sürecini anlatan yazılar var.
İnkar, kızgınlık, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme yas sürecinin aşamalarıymış.
Ben hala ilk aşamada, inkarda takılı duruyorum.
Daha ilk maddede olduğum yerde kalmış olmak sürecin akışkanlığına ikna etmiyor. Kabullenmeye hiç gelemeyecekmişim gibi geliyor.
Kitabi bilgilerden fayda olmadığını görünce kalbi bilgilere yönelip, bu süreçte benim gibi hissetmiş olan birilerinin ayak izini sürmeye başladım.
İçimde dönenleri normalleştirmek, yasallaştırmak için.
Yalnız olmadığımı bilmek o korkak, ürkek kız çocuğunun elinden tutup sakin ol. Bu böyle. Korkma, yadsıma, güçlü ol diyen, saçımı okşayan elin şefkatini istiyorum.
Bir yakınını kaybetmek herkesi farklı yas sürecine sokuyor.
Aynı aileden bile olsa herkes farklı yaşıyor.
Çünkü herkesin gidenle ilişkisi farklı, kendi kişiliği farklı, kriz anlarında ya da sorun yaşandığında verdikleri duygusal tepkiler farklı.
Ailede daha önce kayıp yaşayıp yaşamadığı bile süreci nasıl geçireceğini belirleyebiliyor.
Gidenin ne şekilde gittiği de acıyı derinleştirebilecek güce sahip.
Yine de mutlaka bir ortak dili var acının.
Evladı gidenlerle konuştum, kabullenememek ortak paydamız, onu gördüm. Ama kimsede derman yok başkasının derdine yarayacak.
Bu belli.
Dermanı kendin arayıp bulacaksın el yordamıyla, Allah'ın yardımıyla.
Cemalnur Sargut'u dinliyorum, Allah'la konuşturuyor beni.
Ondan mesajlar, selamlar, ferahlıklar gönderiyor bana.
Kader daha önce yaşanmış bitmiştir, biz burada sadece hatırlıyoruz, diyor. Demek ki yaşanacaklar asla değişmez.
Teslimiyeti öğretiyor.
Sabret diyor, sabret, sabret..
Bu öyle bir çaresizlik ki sabretmekten başka yapılacak bir şey yok.
Allah yaşa, diyor. Yaşıyorsun.
Ne kadar daha varsa sabırla, teslimiyetle, tevekkülle yaşamaya çabala.
Bunu ezber ettiriyor.
Allah gönül gözünü açarsa, gidenden selamlar da görülür duyulur olur, diyor bir de.
Bin şükür, o selamlar, mesajlar geliyor.
Her gün.

Gece yarısı rastgele seçtiğim bir kitabın içindeki satırlarda, yolda, televizyonda, kafede birinin isminde, bir sergi panosunun üstünde, balon harfte, tabelalarda, hep güzel oğlumun adı, selamı, gülüşü geliyor bana. Gülüşle selamlıyorum ben de onu. Canım benim merhaba, diyerek..
Her sabah odasında onu düşünerek, gitarının tellerini bir kere tıngırdatarak selamlaşıyoruz biz.
Bir şey izlemediğim, başka bir şey konuşmadığım, başka birini dinlemediğim her an aklımda. Dışarıdaki sesler sustuğu an içimdeki Barış sesleniyor.
Mesela kahvaltıya gittiğimiz kuzeninin merdivenlerinden çıkarken ayak izinde, evde oturduğu sandalyedeydi. Barış da pesto sosunu severdi, Lavaş da severdi. Kargoyla yazlığa göndermiştim, iyi ki gönderdin, çok iyi oldu, demişti,
Aileyle kahvaltı en sevdiği, o da burada olsaydı keşke.
Bir anım onsuz geçmiyor. Bazen içimden geçtiği her şeklini anlatayım istiyorum, bazen olmuyor içimden geçiyor sadece.
Kendim için bir şey yapsam da o yine yanımda.
Pazara gideyim, dedim geçen gün. Eskiden sabah erkenden gidip gözlemeyle kahvaltı edip sonra dolaşırdım pazarı.
Yine öyle yapayım, dedim, her günden başka bir gün olsun diye.
(Barış gözlemeye bayılırdı. Belki onun canı istemiştir, o yüzden gitmişimdir, şimdi hissettim bunu.)
Oraya her gittiğimde bana da gözleme alır mısın, derdi.
Aldım, hem kendime hem de sana aldım. Seninkinin yanına bir de içecek aldım. Ortaköy'de gelince genç bir simitçiye sen diye verdim. Sen yemiş kadar ol, diye.
Bir de hani Ortaköy'de hep gözleme aldığımız biri vardı ya, onunla karşılaştım aynı gün. Seni tanıyordu, çok da severdi. Söyledim artık olmadığını.
Seni tanıyan herkesin bilmesi gerekiyor gibi.
Öyle. Niye öyle bilmiyorum ama öyle.
Herkes biliyor artık burada olmadığını. Ben söylüyorum hem de.
Çok üzüldü. Keşke söylemeseydin abla, içime ateş düşürdün, dedi.
Geçen yılın ilk sensiz doğum gününde sevdiğin börekten alıp sahile gitmiştim. Sen yersin gibi, birini bulayım da yesin sevdiğin börekleri diye.
Caminin yanındaki sokakta, bankta altmışlı yaşlarında üç tane evsiz görürdüm hep. Onlar yesin istedim börekleri. Evsizler ama nerede mutluysalar orayı ev bilenlerden onlar. Dünya işlerine artık gamlanmayan, çözmüş, aşmış bitirmişlerden.
Diyebildiğim, boğulan sesimi çıkarabildiğim kadar dedim, bugün oğlumun doğum günü, onu kaybettim ben. Bu börekleri çok severdi, siz yiyin olur mu? Çok üzüldüler, başınız sağ olsun, dediler.
Sonra senden her bahsettiğimde yaptığım gibi telefonumu çıkarıp fotoğrafını gösterdim. İçlerinden biri şaşırdı görünce, ben Barış'ı tanıyorum, gelir sohbet ederdi bizimle. Nasıl iyi bir çocuktu, sakin, sessiz..
Bizim de başımız sağ olsun, bizim de...
...
Hep diyorum ya, Barış kendi yaşında değildi, diye.
Sohbet ettiği yaşların gözlerindeki yaştan anladım bir kere daha.
Seni tanıyan her bir kimsede bıraktığın senden selamını alıyorum.
Arkadaşının annesinin dükkanına uğradım geçenlerde.
Barış bir melekti, dedi. Buradan geçerken tatlı tatlı gülümserdi, selamlaşırdık, dedi.
Hala melek, dedi. O orada çok iyi merak etme, üzülme.
İşte böyle evlatçığım...
Üzülme denir de, belki sen de diyorsundur da, işte olmuyor.
Üzülmek hep var.
Sen yokken içimde katılaşıp  ağırlaşan özlem, hüzün, çaresizlik, keder uzun zaman içimde dolaşıyor. Hücrelerimde.
Ama artık duracak yer bulamayınca birbirlerinin üstüne basa basa çıkıp gözlerime doluşuyorlar.
Oradan parmaklarıma, oradan harflere, kelimelere.
Yokluğu anlatarak yoklukla baş edebilmenin yolu belki bu.
Benimle aynı hissederek yazan birinin kitabını okumaya başladım bugün.
(…)
"Öyle  anlarda gerçekle düş arasında bir yerde sıkışmış, olup biteni kavramaktan ve yorumlamaktan uzak aciz biri olup çıkıyorum. Zor, çok zor..."
Diyor.
Beni diyor.
Öyle ortak ki dilimiz, hissimiz, hassasiyetlerimiz..
Adı Şengül Hablemitoğlu. Kitabının adı Gri Kitap.
Onun gideni eş.
Anne, baba, kardeş, eş, çocuk her giden yüklü bir miras bırakıyor varisine.
Mutsuz.
Üstelik herkeste aynı mutsuzlukta.
Sadece miktarı değişir belki.
Ama mutsuz.
Ama kederli.
Pek kederli...
Hep kederli.
Bu kitapta hislerime karşılık bulmak, evet, işte ben de böyle hissediyorum demek, anlaşılmak, sürecin nasıl işleyeceğini görmek elimi tutan güvenli bir el gibi.
Allah'ın bana gönderdiği mesajlardan biri.
El onun eli.
Bir gün oğlumu görüp ona sarılabileceğime inançla, hayatı oğluma layık yaşamaya çalışmak, çabaladığım, elimden gelen tek şey.
Özlemle.
Sevgiyle.
Odandan, masandan
7 Mayıs 2019
10 05
***
Feridun Düzağaç'ın bu şarkısını severken, sözleriyle bir gün gönül birliği yapabileceğimi hiç düşünmezdim...
NADAS
Otlarım yanar
Sensizlik nadasında toprağım;
Birazcık dinlensin, büyüsün yeşersin...
Gelmeyişin.
Hiç bir şey diyen bir cümlenin
Ortasına terkedilmiş bir kelimeyim;
Öznesiz..
Zamansız..
Zarfsız...
Mektupsuz...
Adressiz...
Dört yanım hasret
Unutulmuş bir ada gibiyim;
Açıklarımda batmış yüz binlerce gemi
Limanım yorgun yastan...
Seni arar durur bir körebeyim
Çık ortaya n'olur, yaralarım iyileşsin
Çok zaman geçti... Çok zaman geçti,
Haber vermeden gelme, zor olur;
Ürker tenhalığım, kıskanır ağlar belki
Ama ben ağlayamazsam gücenme n'olur
Gözlerim bitti,
Gözlerim...
Bitti...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...