Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

20 Kasım 2007

“Kadın âşık olunca öper”





“Erkek iş olsun diye öper.”
Ben demedim bunu. Televizyonda duydum, bir erkekten. :-)

Ama ben demiş kadar olayım yani. Gövdemi siper edebilirim kolaylıkla.

Öyle işte.
Kadın illâ aşk ister, illâ ambiyans ister, illâ süslü püslü- ama içten geldiğine inandığı- sözler duymak ister.
Hayran olmak ister. Hatta bayılmak ister adamın hallerine, hareketlerine…
Öyle kolay mıdır teslimiyet?
Bir kıpırtı olmadan, o kıpırtı sizi aşklı dudaklara itmeden öpmek olur mu?
Olmaz.

Biz böyleyiz arkadaş.
Vakit lazım. Etkilenmek lazım.
Daha ötesi, aşk lazım.

Erkeklerde nasıl bir hassasiyet (!) varsa, uygun bir ortamda gördüğü, uygun bir kadınla öpüşebilir de, aşk yapabilir de. (Making love “aşk yapmak” Seviyorum işte bu gavurca tanımlamaları. Mesela bir de “wish you the best”leri var ki.. Ayrılırken söylenecek son sözün içini öyle bir dolduruyor ki, benim için başka söz yok yani. Her şeyin en iyisini diliyor işte daha ne olsun?)

Ne diyordum? Yine erkeklere sataşıyordum değil mi? :-)
Yahu, bırakın sataşayım ne olacak yani? Bir siz varsınız, bir de biz. Yeri gelir kadınlara da sataşırım ne olacak?
Siteyi okuyanların çoğu erkekmiş de bilmem ne de…
Bir yorumcu demişti bunu. Eee? Son yazımda izin verir misin kocacığım? demiştim, erkeklere sinir olmuştum yine.
“Niye yani, niye sizden izin almak zorundaymışız” falan dedim ya hani. Bir tanesi adam gibi cevap verdi mi? Hayır. Niye böyle yaptıklarını açıkladı mı?
Bir tanesi anladı, ama yanlış anladı. :-)
Biz onlara zaten söyleyecekmişiz gideceğimiz yeri. Onlar bostan korkuluğu muymuş? Sanki ben öyle dedim. Vallahi kendi yakıştırması. İyi de durdu hani. :-)

Yine saptım yolumdan.
Kadınla erkeğin aşk yapmakla ilgili farklılıklarından söz ediyordum.
Erkeklerin nasıl bu kadar seçici olmadan, bodoslama bu işe dalıyor olduklarına inanasım gelmiyor doğrusu.
Nasıl yani? Daha yeni gördün ayol! Hırlı mı hırsız mı? Hasta mı, ne?
Ama libido başka bir şey tabii. Erkelerinki özellikle.
İmtiyaz sahibi onların libidosu (!)

Geçin bunları.
Biz de yok mu sanıyorsunuz? En alasından var hem de. Ama seçiyoruz. Kalbimiz atsın, bir tanıyalım, bir kanımız ısınsın.Eli yüzü temiz mi, kadir kıymet bilir mi, bizi nerede görür, anlamımız nedir onun için? Daha bir sürü detay çıkar da.
Oooo, bunlarla mı uğraşacağız dersiniz siz.
Diyedurun.
Gidin ne yapıyorsanız yapın.
Yaptığınız sizi ve diğerini bağlar.
Bize ne.?
Ben benim gibi düşünenlerle sohbet ediyorum zaten.
Benim gibi düşünmeyenler ilk akıllarına geleni döşeniyorlar şu anda yorum olarak. :-)
Bir de benim gibi düşünmeyen kadınlar da sizinle “making love” durumundalar zaten. :-)

Kadınlar içinde bir de aşk olsun ama aşk yapmak olmasın diyenler var biliyor musunuz?
Ben biliyorum.
Hep size mi çatacağım. İşte sıra kadına geldi. :-)
Simdi arkadaşlarım, hemcinslerim. Birine âşıksanız, hani aşk yapmak için benim dediğim şartlarınız da mevcutsa, üstelik bunu âşık olduğunuz adama da hissettiriyorsanız niye kaçınırsınız aşk yapmaktan? Arkadaş takılalım, liseliler gibi kalbimiz pıt pıt atsın ama o
kadar. Ama liseli yaşında mısınız siz? Hele karşınızdaki adam? Yahu size âşık! Aşkın hakkını vererek yaşamak istiyor. Her şeyiyle.
Siz? Hayır, böyle kalalım.
Olmuyor işte.

Aşk dokunmak, dokunulmak ister.
Aşkı bedeninden verip, bedeninizden almak ister.
Bütün yollar buna çıkar bir kere.
Kaçamazsınız.
Er ya da geç çıkar.
(Biz geç çıkarırız, erkekler er çıksın ister :-) )
Yok, asla derseniz, konu konuşulur konuşulur, aynı noktada düğümlenir. Sonra başa dönülür.

Ne yapmak lazım?
Hiç.
Bu türlüsü, henüz erkeğin “tamam, sen nasıl istiyorsan öyle olsun” demesiyle sonuçlanmadı şimdiye kadar. Erkek hep dedi ki, “ya aşk yapmak ve aşkım, ya hiç.”
Aşkını da aldı gitti sonra. Hiç oldu.

Peki, olmaz mıydı? Aşk yapmak olmadan âşık olmak olmaz mıydı?
Soruyorum işte.
Ben ilk aşkıma öyle bir âşıktım ki.
Bayramdan bayrama tokalaşmaktan ibaretti tensel temasımız.
Ama aşktı. Hem de en şiddetlisinden.
Şimdi en temiz, en el değmemiş, en masum aşk diye etiketledim onu.
Ne oldu? Aşk yapmadan aşk değil miydi o?
Demek ki olunca oluyormuş.

Belki şartlar belirleyici her durumda.
Ama size bir sır.
Eğer sabreder, adam gibi adam olursanız, ne istediğinizi temcit pilavı gibi kadının önüne koyup durmazsanız, kadını “kadın” gibi hissettirseniz, zamanla ikinizin de yolu aynı yola çıkacaktır.
Yolunu gözlediğiniz yola.
Er ya da geç.
Bekleyin ve görün.

Şu kadınları anlamadınız ya.
Olsun. Ben anlatıyor olacağım.
Dinleyedurun siz.
İçinizden bir “doğru” anlayan çıkarsa, bir kadın ve doğal olarak hemen akabinde siz mutlu olmuş olacaksınız.
Daha ne olsun? :-)



nurayilbars@gmail.com

14 Kasım 2007

Gitsin Bir Daha Gelmesin


Bu yıl.
Bitmekte olan yıl.
İki bin yedi yılı.
Nisan ayına kadar sıradandı her şey.
Sıradan bir yıldı işte.
Nisan ayının on yedinci gününe kadar.
Bilinmezliklerle doluydu on sekizinci nisan günü.
En az bir ay daha karanlık. Ne oluyor, ne bitiyor bilmeden.

Aydınlandık sonra.
Bildik ne olacak, ne bitecek.
Tedavi şekline karar verme aşaması.
Karar sonrası “acaba doğru mu yaptık?” iç çekişmesi.
Kemoterapiler.
Ağrılar.
Ağlamalar.
Çaresizlikler.
Öfke nöbetleri.
İsyanlar.
Ten acıları, kalp ağrıları.
Yine çaresizlik, yine çaresizlik…

Üç buçuk ay.
Nisan ayının on yedinci gününden sonraki üç buçuk ay.
İki bin yedi yılının karanlık üç buçuk ayı.
Yoğun bakım kapısında, iyileşecek, çıkacak oradan diye beklenen ümitli bir sürü saat.
Edilen, sayısı yok dualar.
Doktorların “her şeye hazırlıklı olun” telkinleri.
Sabahlara kadar dışarıda bekleşirken, her şeye hazırlıklı olun’lara karşı beslenen ümitler. Nakledilecek daha iyi bir hastane, tek kişilik oda. Kendi kendimize sevinçlenmeler, iyileşeceğine beslediğimiz solmak bilmeyen, gül gibi inanç…

Ve bir haber.
Bitti.
Beklemeler, istemeler, dilemeler, dualar…
Hepsi bitti.
İki bin altının yılbaşında yanındaydık oysa.
Bitmemişti hiçbir şey.
Biteceğini de kimse aklına bile getirmemişti.
Biraz kalmıştık yanında, yeni yılını kutlamıştık. Uzun, sağlıklı ömürler dilemiştik.
Onunki ne uzun oldu, ne sağlıklı.
Bizimki meçhul.
Bu yıl doğum günümde çağırmıştım.
İyi ki de çağırmıştım.
Yemekler yapmıştım.
Tüm aileyi toplamıştım başıma.
Sohbetler etmiştik. Gülmüştük, yemiştik, içmiştik.
Evime son gelişiydi.
Bilmiyordum.
İyi ki gelmişti.

Bu yılbaşı yok.
Zaten iki bayram yoktu.
Benim doğum günümde de olmayacak.
Ben çağıramayacağım, yiyelim, içelim, gülelim, sohbet edelim diye.

Onların yılbaşları, bayramları, doğum günleri nasıl geçiyor acaba?
Farkındalar mı? Takvimleri falan var mı?
Gördüler mi birbirlerini?
Annem babamı gördü mü? Abimi?
Onlar üç kişilik aileler orada.
Eğer karşılaştıysalar tabii.
Biz de burada üç kişiyiz, onlardan geriye kalan üç kişi. Altı kişilik kocaman aileden kalan üç kişi.

Bu yıl geçti işte.
Bir, seksen sekiz yılı kötü geçmişti.
Hani öyle maddi zorluklar, aldanmalar, yalanlar, iş kayıplarıyla değil.
Can kaybıyla.
Abimin canıyla.

Bir doksan iki yılı kötü geçmişti.
O da can kaybıyla.
Babamın.

Bir de bu yıl.
Canlarımızın en canının kaybıyla.
Annemizin kaybıyla.

Hiçbir şey anlamadım ben bu iki bin yediden.
Gitsin ve mümkünse bir daha gelmesin.
Gelmeyecek zaten.
Ben artık kimseyi kaybetmek istemiyorum.
Öyle bir yıl gelecekse eğer, ben kaybolayım en baştan.
İnsanın annesi babası gittikten sonra yarılanıyor.
Hele anne.

Anne olunca biliyor insan ”anne” ne demek.
Annenin yokluğu ne demek çocuğa.

Yıllar önce televizyonda izlemiştim.
Kimsesiz çocukları gösteriyordu. Minik bebecikler. Anne yok, baba yok. Boğazıma koca bir yumruk oturmuştu, hatırlıyorum.
Annesi yoksa ona kim bakacak, bakan olur ama anne gibi olacak mı?
Anne gibi olur mu?
Ben minik bebecik değilim, koca kız oldum, tamam.
Ama…
Kimse beni annemin sevdiği gibi sevmeyecek mesela.
Korumayacak.
Arkamda durmayacak.
Hayatında kendinden önce getirmeyecek.
El istediğimde hiç düşünmeden, koşarak gelmeyecek yanıma.
En birincisi olmayacağım kimsenin bir daha.
Kimse beni onun sevdiği gibi sevmeyecek.

İki bin yedi.
Git ve lütfen geri gelme.
Ne sen, ne de sana benzeyen hiçbir yıl.
Beni rahat bırak.
Bana nefes aldır.
Hasarsız, ayrılıksız, incinmesiz, acımasız, terksiz bırak beni bu yıl.
Ve her yıl.
Mümkünse.
Her yıl.

İçimin ortaya saçılıp döküldüğü son iki bin yedi yılı yazısı.
Bundan sonrakiler daha keyifli olacak.
Çünkü yola çıkan yıl keyifli olacak.
Mutlu olacak.
Olsun…
Sana, bana, ona.
Nefes almak isteyen herkese.
Mutlu mutlu, sağlıklı, iç huzurlu bir sürü yıl dilerim…






Koku


Sevdiğimiz kokular var, sevmediklerimiz…

Hepsinin içinde anlar var, anılar var.



İyi ya da kötü hatıraları canlandıran tetikleyici kokular…



Duyduğumuz bütün kokular koku belleğimizde arşivleniyor.

Bir kere duyduğumuz kokunun anı, onu ikinci kez duyduğumuzda dejavu yaşatır gibi canlanıyor.  Koku alma duyumuzu kaybettiğimizde hem geçmişle hem anla bağımız kesiliyor.



Benim de kokulu bir anım canlanmıştı birkaç yıl önce…

Bakınız şöyle:



Peeling.

Kadınlar bilir. Cildimizi ölü hücrelerden arındırıp, yenilemeye yarayan, genellikle içinde minik granüller olan kremle yapılan işlem. Soyma işlemi. Aynı zamanda yüzümüzdeki siyah noktalarımızdan da kurtuluyoruz bu sayede.

Günlerden bir gün aynanın karşısında peeling yapıyorum. Krem sürüyorum yüzüme. Burnumun üstündeyim, kremle minik minik masaj yapıyorum. Ama garip bir şeyler hissediyorum. Bir hoşluk, bir keyif hali…

Hayır hayır, siyah noktalarımdan kurtuluyorum diye değil. Ama niye bilmiyorum.

Böyle mutlu mutlu sürüyorum kremi, yüzümde gevrek bir gülüş. Niye mutlu ediyor bu krem beni, derken derken…

Evreka! Krem leylak kokuyor!

Evet! Leylak!



Bağlantıyı kurayım da ne ilgisi olduğu çıksın ortaya…



Malum, on yaşımın çocukluğu şimdiki gibi değildi. Sokaklarda oynardık biz. Bahçelerde ağaçlara tırmanır,  dutu, eriği, kirazı ağacın yerlere kadar meyve dolu dallarından yerdik.



Annemiz bilirdi nerede, kiminle olduğumuzu. İşine gücüne bakardı. Aklında bin soru, içinde kuşkuyla beklemezdi bizi camda. Güven vardı o zamanlar.

Ağaç tepelerinde dolaşan, güllerin, leylakların mutlu çocuklarıydık.



Leylaklı bahçe.

Arkadaşımla oynadığımız kocaman, etrafı leylaklarla çevrili güzelim bahçe…

Her defasında, eve dönerken, arkadaşımın annesi bir kucak dolusu leylak toplar verirdi bana.

O leylaklar, evdeki tombik cam vazonun içine konurdu güzelce. Ev misler gibi leylak kokardı…

O evin annesi, babası, abisi, kardeşleri hep bir aradaydı. O evde mutluluk vardı, bolluk vardı, huzur, keyif vardı. Çocukluğun en sevgili vazgeçilmezleri oradaydı, birlikteydi.



Leylak, güzel çocukluğun kokusunu getirdiği için mutlu etmişti beni.

Çocukluğumu üzerimde taşımak ve hep o mutlu gülüşle dolaşmak için leylak kokulu parfüm alacağım. Kendime hediyem olsun bari. Mevsimi gelince de kendime koca bir demet leylak göndereyim oldu olacak :-)



Ben bir keresinde de, yolda bir kadının peşine takılmıştım. :-)

Kadın annemin sürdüğü kremden kokuyordu çünkü.

O koku da çocukluğumdan gelmişti. Annem, arkadaşlarına çaya giderken makyaj yapardı hafiften. Ben de bir kenarda durur onu izlerdim. Öyle sinmiş ki belleğime o fondötenin kokusu, yolumu değiştirip, bir süre daha kenarda annesini izleyen küçük kız olmak için, annem kokulu kadını takip etmiştim…





Bebek gıdısı kokusunu bilir misiniz?

Hele de kendi bebeğinizse ve birkaç gündür yıkanmamışsa. :-)

Anneler bilir bu kokunun nefasetini… Yıkandıktan sonra kendi kokuları gider, şampuanın, sabunun satın alınan kokusu yerleşir tene. Ama asıl ten kokusudur sevilen... Bebek kokusudur.



Ev kokusu.

Her evin kendine has bir kokusu vardır. Eşyaların, ev sakinlerinin kokuları sinmiştir. Bazıları temizlik kokar. Bazıları yaşanmışlık.

Belleklerimizde çocukluklarımızdan kalan ev kokusu, aile büyüklerinin ve kendi evlerimizin kokusu olsa gerek. Babaannemlerin evinin kokusu mesela. Bir kere daha duysam, babaannemi görmüş kadar olurum herhalde… O kadar çok yer ediyor işte.



Yağmurdan sonra toprak kokusu. Tertemiz yıkanmış toprak kokusu.



Oruçlu ve açlıktan ölmek üzereyken, çocukluğun pide kuyruğundaki nefis ramazan pidesi kokusu.



Anne elinden çıkmış kuru köfte kokusu. Ne tadı, ne kokusu başkasınınkine benzemezdi, benzemeyecek…



Eskinin salatalık, domates, kavun, karpuz kokusu… Eskiden olduğu gibi kokmuyor hiçbiri. Ne koku, ne tat… Annem salata yaptığında evi salatalık kokusu sarardı. O kokuyu bir kere daha duyabilsem, annemin yaptığı güzelim dolma, pilav ve salatalı sofranın muhteşem fotoğrafı gelecek gözümün önüne, yine mutlanacağım biliyorum.




Koku duyunuzu kaybetmemek için burun yollarınızı açık tutun. :-)



Zira koku almak için, havanın burundan beyne giden yolda mutlaka bir tur atması gerekiyor.



Güzel kokulu, mutlu anılar dilerim…

Mutluluk koklayın hepiniz.

İzin verir misin kocacığım?

İzin Verir misin Kocacığım?
Erkek olarak doğmuş olmayı istemişliğim çoktur. “İyi ki kadınım” demişliğim de. Kadın olmayı biliyorum, seviyorum ama erkek olmayı bilmediğim için tam anlamıyla “keşke!” diyemiyorum haliyle. Bunu bana ancak bir erkek der: “İyi ki erkek olmamışsın. Taşınır yük değil!” :-)

Bazen öyle olduğunu düşünürüm. Dağlar, taşlar var sırtınızda. Bazen kelebekler kadar özgürsünüz. ( Bu özgürlük kısmını ayrıca yazacağım. Şimdilik başka bir konuda sataşacağım size :-) )

Keyfin yanında zorunluluklarınız var belinizi büken. Aslında sizi hiç şikâyet ederken görmedim. Yani “nedir bu arkadaş, çalışıp para kazanmak zorunda olan ben, koruyucu, kollayıcı etiketimin altını doldurmak için güçlü olmak zorunda olan ben, ota tüye ağlamamam gereken ben, sevgilimi-karımı mutlu etmek zorunda olan ben, çocuğuma disiplini, düzeni sağlaması gereken “otorite” ben…”

Sizi şikâyet halinde görmedim hiç dedim ya. Niye? Bizden feyz alsanıza biraz. Aslında yok yok, iyisiniz böyle. Bozmayın doğanızı. Bizdeki çeneyi sizde düşündüm de bir an. Kâbus gibi! Yani siz bize bir de çene yapıyorsunuz diye, biz çeneyi ikiye katlamak zorunda kalacaktık! Neyse ki denge baştan kurulmuş. :-)

Düşünüyorum sizi, ne kadarınızı tanıyorum, hakkınızda ne biliyorum, diye…

Kadının olduğu yerde erkek de var. Baba, kardeş, çocuk, koca, sevgili, arkadaş, dayı, amca, yeğen, kuzen, patron, komşu. Benim hayatımda duran erkekleri düşünüyorum. Hepsinin karakteri ayrı. Yaşayışı ayrı. Davranışı, hissi ayrı. Ama bildikleri, öğrenip ezberledikleri tek şey var:

Erkek kadından bir tık üstün!

Derdim ne erkek karşıtlığı, ne de yandaşlığı. Sadece durup bakıyorum hepsine. Gördüğüm, inceden inceye, “ben güçlüyüm, seni korurum, ben hâkimim, ben söz sahibiyim, dolayısıyla ben ne dersem o olur” tavrı.

Siz biraz güçlüsünüz evet. Bizi koruyacak cesarete de sahipsiniz. Ama bunlar üstümüzde söz hakkı sahibi olmanızı sağlamaz. Yani siz ne derseniz o olmaz artık. Eskiden öyleydi. “Höt” dediniz mi, otururdu kadınlarınız. Şimdi de o sesle irkilip, sağına soluna çaresizce bakınan, ne yapacak bir şeyi, ne gidecek bir yeri olmayan kadınlar var. Ve evet “höt” deyince oturuyorlar. Ama bu size bayıldıklarından ya da saygılarından değil. Dedim ya, çaresizlikten.

Bu kemik bir hikâye. Hala güncellenip duruyor üstelik. Ne zaman tamamen temizlenir, kökü kazınır bu “höt”ün bilmiyorum. Ama bilin ki öfkedir sizin kadına bıraktığınız tek his ve biliyor musunuz, öfke, sevgiyle küs.

Eskinin kadınlarından olmadığıma seviniyorum. Doğru zamana gönderilmişim. Bu zamanda, eskinin ruhuyla karşılaşsaydım fena olurdu. Benim eğilmez, bükülmez şahsiyetim sivrilirde sivrilir de batardı hepimize.
Dik başlıyım ben, dik başlı. Aklıma yatmayanı yaptıramazsınız bana. İnanmadığıma inanmış gibi yaptığımı göremezsiniz. İnanmadığımı söylerken duyamazsınız.
Hükmedilmeye karşı direncimi, hissimi bilseniz…

Kadın mı hükmettiriyor kendine acep, yoksa hükümdar doğmuş adamla mı karşılaşılıyor?
Yani “bana hükmet” komutunu biz mi veriyoruz onlara, yoksa onların zaten genlerinde olan baskın karakter mi ortaya çıkıyor?

Bize “eksik etek” derler. “Saçı uzun, aklı kısa” derler. “Elinin hamuruyla erkek işine karışma” derler. Aslında bilmezler bizdeki akıl hem onlara hem bize yeter. Elimizin hamurunu yıkar da karışırız işinize, en az sizin kadar da iyi yaparız.
Yok, sen ne dersen o olacak öyle mi?

Niye?

Neden egemen olmak istiyorsunuz bu kadar? Nemize? Biz kendimizi korumayı bilmiyor muyuz? Gerçi korumaya çalıştığımız da sizsiniz ya, o da ayrı bir paradoks. Ha, pardon siz kendinizi bildiğiniz için, bizi hemcinsinizden sakınma gereği duyuyordunuz zaten. :-) Bize güvensizliğinizin altında yatan tek sebep kendinizsiniz. Yok, öyle de değil, aslında siz bize güveniyorsunuz da etrafa güvenmiyorsunuz. :-)
Size bir şey diyeyim mi? Kadın isterse yapar. Yani sizi paranoyaya sürüklemiş gibi olmayayım ama kadınınız yalnız başına kaldığında “eğer isterse” her şeyi yapar. Hani tek başına tatile gidemezler ya! Hani tek başına gece dışarı çıkamazlar ya! Hani kadınların evlendikten sonra sadece arkadaşı olan “erkek arkadaşları” olamaz ya! Geçin bunları. Kandırmayın kendinizi. “Ben dedim, yapmadı, gitmedi” olmasın. Eğer isterse, ne yapacaksa -korkunuz her ne ise- sizin yanınızda da yapar!
Gücünüz, iktidarınız elinizde patlar, anlamazsınız.

Bilmiyorsunuz söyleyeyim, kadınların otokontrolleri vardır. Yani tatilde de, gece dışarı çıktığında da, evli ya da sizinle birlikte olduğu halde var olan erkek arkadaşıyla da nasıl olacağını bilir. Nerede, nasıl davranacağını. Sebep-sonuç ilişkisini sizden çok daha hızlı kurar onlar.

Dolayısıyla kadın kısmının ne işi var orada burada, kırsın dizini otursun beyinin (!!!) yanında. (Yalnız, tek ünlem yetmedi burada bana. Erkeklerinize bey, kadına bayan dememeye başlarsanız, ünlem teke iner diye düşünüyorum. :-) )

Kim verdi bir kere bu hakkı size? Sizden izin mi alacak mışız adımlarımız için?

Bey, yarın arkadaşımla yemek yiyeceğiz dışarıda, izin verir misin?

Anneme gideceğim, iznin var mı?

Yahu bir kere neden izin alıyoruz? İzin mercii olarak kim atadı sizi hayatımıza?
Siz bizden daha mı iyi biliyorsunuz bir adım sonramızın bize iyi mi kötü mü geleceğini? O kadar öngörünüz var mıydı sizin?

Kadın, aklına düşeni, kendisine doğru geleni ve belki sadece istediği bir şeyi yapacak mesela. Niye size soracak ki? Erkek olarak hayatında olduğunuz için, size aklıyla da mı teslim oldu? Hani kendisi yapamıyor mu istediğini, sizin izniniz olmadan?

Saygı diyorlar buna bazen. Sizce?

Kadının kendisine dediği: “Sen onay vermeden adım atamıyorum.”

Adamın kadına dediği: “Ben onay vermeden adım atamazsın.”

Oysaki kadın biliyor ne zaman ne yapacağını, nasıl davranacağını. Aklımız öyle çok ki, siz isteseniz, birazını size vereceğiz. O kadar da kalbimiz iyi yani.
Ama siz tam kapasite akıl olduğunu sanıyorsunuz. :-) Büyük yanılgı…

Bakınız demeye çalıştığımı yanlış anlamayınız, anlaşılma lüksümü elimden almaya kalkışmayınız.
Şudur dediğim: Kadın size atacağı adımı söyler zaten. Haberiniz olur yani. Bazen size danışılır, şöyle mi, böyle mi, diye, ama bu, siz erkek olduğunuzdan ve her şeyi bizden daha iyi bildiğinizden değil, sadece insan olduğunuzdan, hayatınızda olan biri olduğunuzdan, fikrinizi önemsediğinden. Buradan ”ipler bende” fotoğrafı çıkmasın. Kimsenin ipi kimsede değil. Herkes kendini bilir. Ne yapacağını, ne yapmayacağını. Birbirinin hayatına girmekle üzerinde hak sahibi olunmaz. Ne kadın erkeğin, ne de erkek kadının.

“Karıcım, yapabilir miyim, edebilir miyim?” diyen erkekler de var. Bu durumda da sizin arkanıza geçerim dağlar gibi. Bu da yanlış. Bu işler insanın raconuna ters. İnsan oluşa. Tekliğe. Bir başkası tarafından idare edilmek fikri baştan kayıp bana. Hele evlilikte koca tarafından himaye ve idare edilmek, aklımın ve bünyemin reddettiği bir durum.

İzin mekanizmalı ilişkilerin kendi içlerindeki dinamiğine sözüm yok. Alan razı, veren razı ise ortada sorun da yok.

Ama bastırılmaya, hükmedilmeye çalışılan kadınların varlığına, adamların yazıp, hatunları oynattıkları senaryolarla tek kalıba sokulmaya çalışmalarına, bir tek kere verilmiş olan yaşama haklarının erkek tarafından maddelendirilmesine
s i n i r o l u y o r u m.

Bu kadar.
:-)

Sessiz Ve Ruhsuz Masalar

Sessiz Ve Ruhsuz Masalar
Bugün bir cafede oturdum tek başıma, bir şeyler yedim…
Arada bir tek başınalığı seviyorum.
Dışarıda ve tek başınayken insanları gözlemlemeyi de seviyorum, çaktırmadan…

Sabah erken saatlerdi. İnsanlar birer ikişer gelmeye başladılar.
Bir kadın, bir erkek oturdular görüş alanıma.
Bir şeyler yediler sessiz sedasız.
Sonra kadın sigarasını tellendirmeye başladı. Adam da gazete okumaya.
Kimse kimseyle konuşmuyor. Başka başka taraflara bakıyorlar. Arada tek tük, kırık dökük laflar.
Ruhsuz.
Kim bilir kaç bin yıllık çift.
Genç de görünüyorlardı aslında. Hani evli değil de sevgili gibi…
Dedim, yazık yahu ne çabuk tükendiniz?

Misler gibi aşk kokan masalardaki sevgililer geldi aklıma.
Hatta oradan ayrıldıktan sonra, başka bir yerde gördüm iki sevgili.
Güldüm kendi kendime.
Bir onlara bak, bir de bunlara…
Kadın ve adam el ele, adam arada öpüyor kadının ellerini, parmaklarını…
Birbirlerine aşklı aşklı bakıyorlar.
İki adet sarmaş dolaş pişmiş kelle! Nasıl mutlu, nasıl aşkın içine düşmüş!
Mütemadiyen konuşuyorlar...
Gençken ve âşıkken yaptığınız saatler süren telefon konuşmalarınızı hatırlayın…
Hiç bitmezdi değil mi?
Ne bulurduk o kadar konuşacak yahu! :-)

Aşk ve yıllanmış evlilik-ilişki çok çabuk açık ediyor kendini.

Onu diyecektim. :-)


“Aşk Ölmez, Biz Ölürüz”

Sertab Erener’in bu şarkı. Sözlerini Demir Demirkıran’la yazmışlar. Sevgililerdi bir ara. Umarım hala öyledirler.
Müziği çağırdı ilk duyduğumda. Sözleri de, olduğun yerde kal, dedi. Kaldım.
Hatalar, yeminler,
Bitişler, başlangıçlar,
Yalanlar, suskunluklar,
Kıskançlıklar, terk edişler,
Pişmanlıklar, yalvarışlar

Kırılmasın diye durur kalbim
Usul usul bedeni aşar aşk
Aşk ölmez biz ölürüz
Kırılmasın diye durur kalbim
Usul usul bedeni aşar aşk
Aşk ölmez biz ölürüz
**

Kırılmasın diye, kalbinizi durdurmamanızı dileyerek…
Aşk için lafım hiç bitmez bilen bilir ama bu ara halim yok.
En kısa zamanda eski neşeli elbisemi giyip, aşka, sağa sola sataşacağım günler de gelecek...
Çünkü...
Aşk ölmez, biz ölürüz...

Fotoğrafların Dili

Hiç toplu fotoğraflarda kendinize baktınız mı?
Yanınızdakine sarılmış mısınız?
Yoksa elleriniz bağlı mı?
Dokunmuş musunuz?
Yanınızdaki size?

Ben bu ara fotoğraflara o gözle bakıyorum…
Bir yerlerde okumuştum galiba, beden dilinin fotoğraflarda da konuştuğunu…

Bir bakın bakalım…
Sevmediğiniz biriyle çekildiğiniz fotoğraflar söyleyecek demek istediğimi.
Bu yazıyı fotoğraflardaki diğerleri de okursa hiç değilse yalandan sarılsın bundan sonrakilerde.
Öncekilerin hesabını da verirsiniz artık. :-)

H a t ı r l a y a m ı y o r u m!


Bir ben miyim unutan?

Peşimden gelen var mı?

Kalabalıklarla birlikte mi silmeye başladık yaşadıklarımızı?



Yakın geçmiş, çok kısa sürede uzak geçmişe dönüşüyor artık.



Hani uzakları hatırlamıyordum, tamam.

Çocukluğumu, gençliğimi öyle adamakıllı hatırlamıyorum.

Elimde kalan birkaç kare fotoğraf. O kadar.

Ama yakın geçmişime ne oluyor?

5 yıl öncesini hatırlayamıyorum!

Silinmedi elbette ama. Silikleşiyor işte.

Bir anı yaptıkça, eskisi siliniyor.

Hafızama ne oldu benim?

Yaşadıklarımın çoğu flu!

Zaman ve yer mevhumu karışık...

Hepsi uçuşuyor havada… Bir yıl öncesinden bir şey sorun, toparlayıp anlatabilirsem bravo bana!



Günlük unutkanlıklar kayda değer değil o kadar. En fazla buzdolabının kapısını açıp ben ne alacaktım, diye boş boş bakıyorum iki dakika…

Üçüncü dakikada geliş yolumu geri dönerek hatırlıyorum.

Ama gün aya dönünce, ay yıl olunca bir şeycik kalmıyor kafacığımın içinde...



Anneme taziye için memleketten tanıdıklarımız geldi.

İçlerinden biri benim çocukluk arkadaşım “mış”.



Kız anlatıyor: “hani sokakta oynardık beraber, benim askılı bir elbisem vardı çiçekli, sen çok severdin. Hani bir arkadaşımız vardı, gider alırdık evinden onu da.”

Kız kendini paralıyor hatırlamam için!

Yahu önümde duruyor hani.

Yüzünü görmesem, anlatsalar neyse, hatırlayamamam normal.

Kız değişmiş desem, illa bir hatırlatıcı vardır yüzünde, halinde, tavrında.

E, anlattıkları yetse?

Yok…



Mahcup bile olmaya başladım artık.

Hep diyorum, n’olur yanlış anlama, hani “pardon kimdiniz hatırlayamadım?”değil, hatırlayamıyorum!

Gerçekten!

Yok!

Silinmiş...



Bir yerde okumuştum.

Travmatik olaylar yaşayanlar insanlarda olurmuş bu türlü silinmeler…

Asıl silmek istedikleriyle beraber diğer anılar da uçar gidermiş…

Bu mu? Bilmiyorum…



Bir güzel tarafı var ki kötü olayları da hatırlayamıyorum. Onlarda silinip gidiyorlar.

Beni üzmüş biri mesela.

Ne üzüldüğüm zamanki ruh halimi tekrar hissedebiliyorum, ne de niye üzdüğünü.

Kabataslak her şey. Burası iyi gerçekten.

Geriye kalan tek tük iyi hatıra belki içimdeki huzurun kaynağı.

İçimde tortu kalmıyor.

Kendisi yok ki tortusu, gölgesi olsun.



Çocukluğum güzeldi…

O her şeyiyle kalsaydı iyiydi.

Unutuyor olmama üzülüyorum…

Hepimizin bir arada olduğu, şu anda hayatımızda teknolojinin geliştirdiği ne varsa onların olmadığı, sade, dupduru, oyunlu, sohbetli, komşuluklu, eli ayağı çamurlu çocukluğumun bütün fotoğrafları kalsa iyiydi.

Siyah beyaz olurdu hepsi ama şimdiki renksizliğin içinde en canlı renk gibi görürdüm ben hepsini…



Yaşlandığım zaman uzak geçmiş yakınlaşacak, yakın geçmişim uzayacak sanırım…

Öyle der yaşlılar.

Onlar dün yediklerini unutur, kırk yıl öncesini ince ince, dantel dantel anlatırlar size…

Hayran hayran dinlerim ben de.



Annem anlatırdı… Bir de tatlı tatlı anlatırdı ki, yaşatırdı.

Küçüklüğünden kalma ne varsa anlattı birlikte olduğumuz zamanlarda...

Özlemle, her anının ardına iç çekerek.

İnsan hem hatırlıyor, hem de özlüyor demek ki.

Hatırlamamak yine iyi aslında.

Hatırlamazsam, özlemem.



Annemi unutmam mümkün olabilir mi acaba?

Şu ara, ya onu özlersem, ne yapacağım? Diye konuşuyor içimdeki ses korkunç korkunç, panikle.



Ve bu benim annemin gidişini reddetmiş halim.

Kabul edip, özlemeye başlayacağım günleri şimdiden unutmak istiyorum.



Ve h a t ı r l a y a m a m a k.

Bağsız, yansız, sakin.






Şimdiye kadar adamlara sataştım;

O niye öyle?

Bu niye böyle?





Didişip durdum her şeyle, herkesle.

Sırf adamlar değildi beni sinir eden.

Daha başka bir sürü duygunun içine girdim çıktım, etrafında dolandım…



Tatlı tatlıydı bazen…

Bazen ciddi, öfkeli…

Bazen çok kırgın, üzgün…

İçim ezik, gözüm yaşlı bazen…

Hepsini yazarken başka bir baskın duygu yarenlik etti işte.



Şimdi bakıyorum…

Yanımda yöremde hiç bir şey yok. Bir duygu yok yani.

Kendimi minik bir kayıkta, yalnız başıma, etrafımdaki güzel evlere, mavi gökyüzüne, mis kokan denize gülümser bakarken görüyorum.



Hiçbir şeye tutkuyla, aşırılıkla, rahatsız edecek şiddette bir yandaşlığım yok.

Ruhum pamuk gibi.

Kafam temizlenmiş sanki.

Kalbimin içi boşalmış.

Ama tertemiz, kötü değil.



Bomboşum ama temizim.

Bağsız, yansız, sakin.



Güne göre akıyorum.

O nereye ben oraya.

İttirme kaktırma yok.

Akışa bırak.

Günü yaşa.

Anı yaşa.

“Dün, Bugün, Yarın” üçlemesinin içi dolu artık.

Mana ve ehemmiyeti kavrandı.



Bastığım her yerin hakkını vereyim diyorum. Adımımın altında boşluk olmasın.

Aldığım nefes derin olsun, içimde bütün ihtiyacı olan organlara eşit dağılsın ki içeride de kavga gürültü olmasın.



Bir sükûnet geldi bana…

Ve fakat hoş geldi.

Tüy gibi hafif.

Birkaç yıl önceki tüy halim değil ama.

O zamanki tüyü hatırlamasam da olur… Kötüydü o.



Gün geçtikçe bir tuğla daha büyüyorum.

Gökleri deleceğim yakında.

Yukarı doğru büyüyorum. Yanımdakiler sabit, ben çıkıyorum.

Bir annemi yanımda götürüyorum.

Hani bu pamuk hallerimin içinde annem de var.

Ama hala anlaşılmaz.

Hala, “nasıl yani?”

Gidişi uzaklaştıkça, gidişine anlam verememe duygusu ağırlaşıyor.

Sanki başka birileri yaşadı onca şeyi, dünyanın en değerlisini başkası kaybetti.



Zaman geçtikçe daha da yabancılaşıyorum yaşananlara.



Annemin ağrılarıyla ben de ağrıyordum da, onunla birlikte ben de mi huzura kavuştum nedir?

O gitti.

Ben kaldım.

Huzurumuz ortak.

Bundan mı bu sakin, sessiz, pamuk içim?



İşte bu kadar soru var içimde.

Hepsi bu kadar.

O kadar da olsun…

İçimde konuşacak birileri lazım.

Bütün sesler kesilirse sağır olurum sonra.

Sessizliğin sağırlığı beter olur.

Dozunda duyuyorum şimdi.



Denizin üstü çarşaf.

İçime çektiğim ne varsa açık mavi…

 

Kirpiklerimdeki Yağmur

Dün yağmur yağdı.
Uzun zamandır ilk defa bu kadar boşaldı göğün içi…

Yolda yakalandım yağmura, korunmasız…

Kirpiklerime kadar ıslandım.
Gözlerimi kırptıkça yağmur damladı kirpiklerimden.
Mutlu etti garip bir şekilde…
Komik geldi, sıcak geldi işte.

Yağmurdan hoşlanmam aslında.
Hani, öyle yağmurda yürüyecek romantiklerden değilim.
Romantizmi geçtim, sinir bile olabilirim.
Soğuk, ıslanacaksın, üşüyeceksin sonra.

Keyifliysem eğer, yürümek istemem yağmurda, yağmursuz da alsında.
Ama tadım yoksa…
Yürürüm.
Islanmak, üşümek falan umurumda olmaz.
İzin veririm yağmura; yıkasın içimi, dışımı, aklımdan geçenleri.
Döksün yere, aksın gitsin karışsın denizlere.
Yürürüm yürüyebildiğim kadar.


Baskın karakter

Son kararı veren,
Tercih etmek isteyen,
Yerine göre arıza ama arızayken bile haklı olduğunu düşünen ve genelde haklı olan ,
Pek laf altında kalmaktan hoşlanmayan,
Son sözü söylemeyi seven,
”Asi, dik başlı ve özgürlüğüne düşkün” diye tarif edilen,
Eğip bükmeye çalışanları bozguna uğratan,
Baskın karakterlilerden misiniz?
Benden misiniz ? :-)


Kriter

Hayatınızdaki herkese koyduğunuz kriterler.
”Çizgin buraya kadar” diyen görünmez kurallar.

Yaş almadan oluşmuyorlar ama...
Oluştuktan sonra da bozulmuyorlar.

Hayatıma bir şekilde gölgesi düşenler, türlü çeşit derslerle yazılı olmayan kriterler hazırladılar benim için.
Yani ben yapmadım, onlar yaptı.
Gerçi kişilik özelliklerim de eşlik etti kendilerine pek tabii…

Nelermiş bir bakayım…

Yalan söylemeyecek, güveneceğim.
Hatırşinas olacak.
Mutluluğumla mutlanacak.
Zor günlerimde sormadan, düşünmeden koşacak.
Saygı duyacak varlığıma.
Sevildiğimi hissettirecek.
Beni dinleyecek.
Bana anlatacak.
Arkamdan konuşmayacak, iyi konuşursa bonus. :-)
İstikrarlı olacak.
Onun için kıymetli olduğumu hissettirecek.
Kendisine de saygı duyacak, kıymet verecek.
Sigara içmemesi harika olur.
Aklı, duyguları olgunlaşmış olacak.
Sitemkârsa, görüşmeyelim.
İnsani hassasiyeti olacak.
Eşitlikçi olacak.
İkimizin de yanlış anlamak ya da anlaşılmak gibi bir paranoyası olmayacak. Birbirimizi yeterince anlamış olacağız.
Beni yakından tanıyanlar yeterince bilirler bu yazdıklarımı.
Yeni tanıştıklarım da süzgecimden geçtikten sonra hayatıma girebilirler.

Çok katı görünebilir belki ama…
Huzurlu oluyor insan.
Başkası tarafından üzülmeye izin vermiyor bu sayede...

Esner mi kriterlerim?
Belki.
Zor ama.


Aşk

Aşk, gözün gördüğü her güzelliğe "O'da görseydi" iç geçirişidir.

Cesarettir.

Gözün bebeğine sunulacak en güzel hediyedir…
Her daim gülsün diye ışıl ışıl…

Anlamak, anlaşılmaktır.

Tamlıktır, tamamlanmışlıktır.

Sıradışılıktır.

Gözün gördüğü her güzelliğe "o'da görseydi" iç geçirişidir.

Pişmiş kelle sendromudur.

Atan kalptir, yaşamaktır.

Dünyadaki herkesi sevmek, hepsine sarılmak, “bağır çağır” ilan-ı aşk isteğiyle dolup taşmaktır.

Mutluluğun manik halidir.

O’na paranın satın alabileceği her şeyi almak isteğidir.

En akla gelmeyecek, en şaşırtıcı sürprizleri yapmak için beyin fırtınası yapmaktır.

Bir aradayken özgür olmaktır.

Dünyanın en güzel duygusudur.

Dünyanın en kötü duygusudur.

Artı-eksi dengesizliğidir.

Gururdur.

Gurursuzluktur.

Sınırların, kuralların konup konup sonra yerle bir edilmesidir.

En büyük lokmaların yendiği, en büyük lafların edildiği bir garip duygu durumudur.

İçine düşüldüğünde kadının kadın, erkeğin erkek gibi hissettiği yerdir.

Aşk her türlü ezasına rağmen güzel bişeydir.
Tekrar tekrar düşülmek istenen.

Tam adı konulmuş, dilimizde değil ama..
“Fall in love”
Aşka düşmek.

Allah düşürsün hepinizi.
Aşka.

Heyecan Yok Ama Olsun















Şimdiye kadar adamlara sataştım;

O niye öyle?

Bu niye böyle?





Didişip durdum her şeyle, herkesle.

Sırf adamlar değildi beni sinir eden. :-)

Daha başka bir sürü duygunun içine girdim çıktım, etrafında dolandım…



Tatlı tatlıydı bazen…

Bazen ciddi öfkeli…

Bazen çok kırgın, üzgün…

İçim ezik, gözüm yaşlı bazen…

Hepsini yazarken başka bir baskın duygu yarenlik etti işte.



Şimdi bakıyorum…

Yanımda yöremde hiç bir şey yok. Bir duygu yok yani.

Kendimi minik bir kayıkta, yalnız başıma, etrafımdaki güzel evlere, mavi gökyüzüne, mis kokan denize gülümser bakarken görüyorum.



Hiçbir şeye tutkuyla, aşırılıkla, rahatsız edecek şiddette bir yandaşlığım yok.

Ruhum pamuk gibi.

Kafam temizlenmiş sanki.

Kalbimin içi boşalmış.

Ama tertemiz, kötü değil.



Bomboşum ama temizim.

Bağsız, yansız, sakin.



Güne göre akıyorum.

O nereye ben oraya.

İttirme kaktırma yok.

Akışa bırak.

Günü yaşa.

Anı yaşa.

“Dün, Bugün, Yarın” üçlemesinin içi dolu artık.

Mana ve ehemmiyeti kavrandı.



Bastığım her yerin hakkını vereyim diyorum. Adımımın altında boşluk olmasın.

Aldığım nefes derin olsun, içimde bütün ihtiyacı olan organlara eşit dağılsın ki içeride de kavga gürültü olmasın.



Bir sükûnet geldi bana…

Ve fakat hoş geldi.

Tüy gibi.

Hafif.

Birkaç yıl önceki tüy halim değil ama.

O zamanki tüyü hatırlamasam da olur…

Siz hatırlayın ama.

Fark etmiş değil mi?

Tabii…

Gün geçtikçe bir tuğla daha büyüyorum.

Gökleri deleceğim yakında.



Yukarı doğru büyüyorum. Yanımdakiler sabit, ben çıkıyorum.

Bir annemi yanımda götürüyorum.

Hani bu pamuk hallerimin içinde annem de var.

Ama hala anlaşılmaz.

Hala, “nasıl yani?”

Gidişi uzaklaştıkça, gidişine anlam verememe duygusu ağırlaşıyor.

Sanki başka birileri yaşadı onca şeyi, dünyanın en değerlisini başkası kaybetti.



Zaman geçtikçe daha da yabancılaşıyorum yaşananlara.



Annemin ağrılarıyla ben de ağrıyordum da, onunla birlikte ben de mi huzura kavuştum nedir?

O gitti.

Ben kaldım.

Huzurumuz ortak.

Bundan mı bu sakin, sessiz, pamuk içim?



İşte bu kadar soru var içimde.

Hepsi bu kadar.

O kadar da olsun…

İçimde konuşacak birileri lazım.

Bütün sesler kesilirse sağır olurum sonra.

Sessizliğin sağırlığı beter olur.

Dozunda duyuyorum şimdi.



“Heyecan yok ama olsun” demiştim bir yazı öncesi.

Buna benzermiş hislerim.

Ama girinti çıkıntı varmış yine…



Şimdi denizin üstü çarşaf.

İçime çektiğim ne varsa açık mavi…



“Gözünü kapat ve ilham ne getirecek bekle” demişti bir sevgili…



Gözümü kapatmıştım.

Açtığımda bunları gördüm.



Siz de görün diye buraya yazdım…


Kontör İster misiniz?




Yazın dayanılmaz sıcak günlerinden biri daha yaşanmaktadır.

Nuray internette aylak aylak gezinmektedir.



Bir ara msn’den bir ileti gelir.

İletinin sahibi Nuray’ın kuzenidir.

Aralarında şöyle bir konuşma geçer.



-Nuray!

-Efendim?

-Müsaitsen senden acil bir isteğim olacak!

-Söyle canım.

-Yakınlarda kontör satan bir yer var mı?

-Var.

-Bana acilen 3 adet 250’lik kontör alır mısın? Ücreti neyse öderim sana. Canım, çok acil bir durum var da.

-Ne kadar 250’likler? Yanımda o kadar para var mı bakayım. Dur, olmadı kartla alırım. Ne zamana lazım?

-Şimdi lazım, sen al, ben sana yarın öderim.

-Kartla alırım sanırım. Çıkayım dışarı şimdi. Alınca gelir yazdırırım numaraları sana.

-Tamam. 3 tane 250’lik kontör. Alınca buraya yaz numaraları.



Nuray gider. Kuzen iki dakikada bir, “Nuray, aldın mı kontörleri, Nuray, aldın mı, aldın mı?” diye sabırsızlanmaktadır.

Nihayetinde Nuray çıkagelir. Havanın sıcağı delirticidir ama olsundur, kuzeni ondan bir şey istemiştir. O da gidip seve seve almıştır.



Konuşma şöyle devam eder.



-Yazıyor musun, veriyorum numaraları. Alabildin mi?

-Aldım canım çok sağ ol.

-Rica ederim.

-Nuray, bana 3 tane daha 250’lik alabilir misin?



Nuray der ki içinden; “Keşke bir kerede 6 tane isteseydi. Banka üzerinden alsam, çıkmasam dışarı, çok sıcak yahu!”

Dışarı çıkmadan kontör alma yolları arar ama yok, sonunda yine gidip almaya karar verir.

Tekrar giyinir. Tekrar çıkar.

Ve ta taaammmm!

Her nasılsa! merdivenlerde aklı başına gelir!



Hemen telefona sarılır;

-Kuzen, sen benden kontör istedin mi?

-Yooo, niye isteyeyim ki?



Nasıl hissettiğimi tahmin edersiniz…

Kendime doğru kabaran büyük öfke!

Sonra hemen savunmaya geçtim ama.

Şöyle ki;

Evet!

Ne var?

Hepiniz de arar sorardınız değil mi kuzeninizi, “nedir acil durum, ne oldu, niye istiyorsun?” diye?

Tabii tabii.



Ya, biriniz de benim gibi davranacağınızı söyleyin!

Kime anlattıysam ikinci parti kontör isteğini söyledikten sonra olayı çakıyorlar ve bana hem acıyan hem de “nasıl kanarsın yahu!” diyen gözlerle bakıyorlar…

Kendimi zaten kötü hissediyorum…



Peki, anlamadım ne yapayım?

Basmadı kafam! Basiretim bağlandı, çok inandım onun kuzenim olduğuna.

Bana “durum acil!” demiş. Ben de “acil”in ayrıca özel bir durum olduğunu düşünerek, özeline saygıyla sorgu sual etmemişim.

Sadece gidip istediğini yapmışım.



Nereden bileyim kuzenimin msn adresinin ele geçirildiğini?



Netice de 90 TL’nin üzerine bir bardak soğuk su içmiş bulunuyorum arkadaşlar.

Afiyet olsun bana.



Kıssadan hisse:

Bir daha değil kuzenim, en yakınım olsa bile arayıp teyit etmeden 1 kontör bile vermeyeceğim.

Hatta artık tanıdıklarıma bile paranoya yapacağım.

“Sen kimsin?”

“Beni nereden tanıyorsun?”

“Annemin kızlık soyadı ne?” şeklindeki sorularıma alınmayınız.



Beni kekleyen pek uyanık hacker!

Tebrik ettim seni.

Ama biliyorsun bir de Allah’a havale ettim.

Helal paraydı o.

Bir tarafından çıkar mutlaka.

Allah’ın adaletini unutma!



Bu olaydan iki gün sonra da, oturduğumuz bir cafe’de ablamın çantası çalındı! Telefonlar, araba anahtarı, yüklü miktarda para, evraklar ve hâlâ ne olduğunu hatırlamadığı birkaç şey daha.

Nasıl bir hırsızlık olduğuna inanamazsınız! Toplam 7 kişilik bir masada, ablamın kendi oturduğu sandalyeye astığı çantasını büyük bir cesaret ve soğukkanlılıkla alıp gitmiş bay hırsız!

Pes diyorum!



Yine anneciğimin bir sözü; “İnsanın gözünden sürmesini alır bunlar.”



Yakındır.



Bize çok geçmiş olsun!

Siz de dikkatli olun…

Msn’de konuşurken “nick” olarak gerçek adınızı kullanmayın. Tanıdıklarınızla konuşmuyorsanız fotoğrafınızı kaldırın.

Yani “evet, o benim” diye hedef olmayın diye söylüyorum.

Sizin de kuzeniniz bir gün “bana kontör alır mısın?” derse, karışmam ona göre.



Yanınızda kaç kişi olursa olsun çantanızı gözünüzün önünden ayırmayın.



Başımıza ne zaman, ne gelecek hiç bilmiyoruz.

Olacaklar olacak, tamam ama sonradan hem “nasıl yaparım ben bunu!”diye sinir olup hem de maddi-manevi kayıp yaşamamak için dikkatli olunuz.

Bir de dalga geçiyorlar sonra:



“Nuray kontör dağıtıyormuşsun, bana da 100 kontör alsana!”



Hırrrrrrrr!!!



Anneme not:

Annecim, sen üzülme sakın. Gelen mala gelsin.

İşte, ablamla benim dalgınlığımıza geldi. Oluyor böyle şeyler…



Ha, bir de bugün elim yandı. Çay döküldü. Canım yandı biraz.

Ama buz koydum, krem sürdüm, geçti şimdi.

Elim hep telefona gitti, seni arayıp söyleyeyim diye.

Yazayım dedim artık…

İyiyim ama merak etme...


Annem Beni Üfler Taa Oralardan


Bugün tam on beş gün olmuş.

Nasıl geçmiş onca gün.

Gelmiş, geçmiş, bitmiş, gitmiş.

Yok oldu.

Tam on beş günüm oldu annemsiz.

On beş gün var ama annem yok.



Nerede olduğunu biliyorum. Ona neler olduğunu da.

Ama bilmediğim, anlamadığım bir şey var ki sanki ona hiç bir şeycikler olmamış, artık annemsiz hayata geçmemişim gibi yaşıyorum.

Yok olanı yok sayıyorum. Varmış gibi.

Biliyorum, yok.

Daha ne kadar yaşayacağım bilmiyorum ama yaşayacağım yıl kadar yok olacak annem.

Sonra onunla birlikte yaşayamayacağız.

O zaman anneme neler hissettiğimi anlatmaya fırsatım olur.

Neler hissetmediğimi.



Anne, ben hiçbir şey hissetmiyorum.

Bana kızmıyorsun inşallah. “Şuna bak hiç de üzülmüyor, ben artık yokum hâlbuki” diye düşünme tamam mı?

Gerçi sen bize vasiyet ettin, benim için üzülmeyin sakın, dedin. Ablamlarla birbirimize destek olmamızı istedin. Bağınızı sakın koparmayın, dedin. Hatta senin deyiminle “birbirinize dalda olun” dedin.

Ablamlar çok üzülüyor, çok ağlıyorlar. Sensizliğe nasıl dayanabileceklerini hiç bilmiyorlar.

Ben henüz bunu düşünmedim. Ben daha senin artık yok olduğunu anlamadım ki.

Aklıma geldiğinde aklımda dolaşan tek cümle var.

Annem nerede?

Neredesin?

Anlamıyorum.

Anlayamıyorum.

Zırh giydim.

Acın dokunamıyor bana.

Kim giydirdi o zırhı bilmiyorum.

Bir korunaklıyım ki sorma gitsin.

Hiç canım yanmıyor. Hiç içim acımıyor sen gittin diye.

Niye?

Bilmem.



Ben seni ne çok seviyorum oysaki.

Sessiz, sevgili bir dilimiz vardı konuştuğumuz.

Bilirsin sevgimi.

“Seni seviyorum annecim” demedim sana ağız dolusu.

Diyemedim.

Ama demiş kadar anladın sen her defasında, biliyorum.

Sana ağlayamayışıma, acıyamayışıma sevgisizlik demiyorum.

Ne diyeyim de bilmiyorum hala.



Aslında biliyor musun, korkuyorum ben.

Bütün hücrelerimin tıka basa senin acınla dolacağını biliyorum ve bununla nasıl baş edeceğimi bilmiyorum ve korkuyorum.

Ben senin küçük kızınım.

Küçük kızlar korkar.

Sen beni anlarsın.

Hep anladın, hep korudun kolladın. Hep yanımda oldun “anne” dediğim her defa.

Demesem de geldin sen.

Ben iyi olayım, iyi hissedeyim, gezeyim tozayım diye kuş olup geldin yanıma her defasında. Hep benim için.

Elin, kolun, varlığın öyle vardı ki hayatımda, öyle çoktu ki…

Tenceremin kırık kapağından tut, koltuklarımın minderlerine kadar izin, emeğin var evimde.

Benim için ne demek olduğunu anlatmama gün yetmez…

Bu arada orta boy cezvemin tutacağı koptu. Nerede yaptırıyordun?

Kim yaptıracak şimdi onu?

Ben yaptırmam.

Sen de yoksun.

Orta boy cezvesizim ben artık.



Sana olan biteni anlatayım biraz. Merak ediyorsundur belki.

Ağrı bandını taktığımızın ertesi günü hastaneye götürdük seni.

Ateşin yükseldi çok. Kan değerlerin düştü.

Komaya girdin.

Acilin kapısında öyle çok ağladım ki.

Seni öyle görmek dayanılmazdı.

Çok üzüldüm, canım benim, canım! :-(

Servise alındın aynı gün.

Bilincin gidip geliyordu.



Bak ne anlatacağım, belki hatırlamazsın.

Ablamla başındaydık. Ateşini düşürmeye çalışıyorduk.

Kendine geliyordun arada ama genel durumun hala kötüydü.

Konuşamıyordun. Eline koluna hâkim olabildiğin kadarıyla bir şeyler anlatmaya çabalıyordun. Anlamaya çalışmak ve anlayamamak üzücüydü çok fazla. :-(



Bir ara sanki oturmak istedin. Kollarını uzattın “beni kaldır” der gibi. Kolların boynumda kaldırmaya çalıştım seni. Ben yüzünü göremiyordum, seni kaldırmaya odaklanmıştım. Ablam karşımdaydı, görmüş, “Nuray, annem seni öpmek istiyor” dedi. Kolların boynumdayken, dudaklarını uzatmışsın beni öpmek için.



Sen öptün beni, ben seni öptüm.

Sonra yüzümü okşadın.



Ben de seni seviyorum anne.



Sen varken, son kez yoğun bakımda gördüm. Yüzünde yine ağrı mimikler vardı, ağzında oksijen maskesi.

Kolların bağlıydı, serumlar, iğneler için sabit durması gereken kolların. Delik deşik kolların. Mosmor kolların.

Çıkarken son kez baktım sana, bağlardan kurtulmak ister gibi gerinip duruyordun.

Ağladım.

Hemşire dua edin dedi. Ellerinden geleni yapıyorlarmış. İyi bakıyorlarmış.



Üç gün iyi baktılar sana. Dördüncü gün kalbin durdu.



Ve artık yoksun.

Son kez seni görmek istedim.

Geldim yanına.

Gördüm.

Okşadım yanaklarını. Seni seviyorum, dedim. Haklarını helal et, dedim. Sana hakkım geçtiyse helal olsun, dedim. Seni üzdüysem affet beni, dedim.

Duydun mu?

İşte duymamışsındır belki diye şimdi söylüyorum.



Camide başında bekledim. Yalnız bırakmadım hiç seni.

Son kez yine gördüm yüzünü.

Öptüm buz gibi.



Topraktasın bembeyaz.



Seni artık hiç göremeyeceğimiz yere bıraktıktan sonra eve dönerken yağmur yağdı.

Evinin önündeki çiçekler kurudu diye üzülüyordun hep.

Islandı çiçeklerin.

Sen gittin, gök ağladı.

Çiçeklerini ıslattı sakın merak etme. Akşamsefaların bir coştu ki görme.



Herkesler geldi bizim sensizliğimize.

Herkesler ağladı, herkesler üzüldü.

Herkesler sevdi seni.

Herkesler özledi çok.



Kimsecikler senin için tek bir kötü laf etmedi.

Hangi birini anlatayım, dediler hep.

Elinin değmediği kimse kalmamış tanıdığımız.

Hepsi sana dualar okudu.

Komşuların, kuzenlerin, yeğenlerin, sevgili abin, bütün akrabaların geldi.

Herkesi doyurduk, yedirdik içirdik, sakın üzülme.

Kimseyi aç göndermedik.

Sen hep diyordun ya “eve gelene mutlaka bir şey ikram edin”. Ağrılarından nefes alabildiğin bir vakit diyordun hem de.

Vallahi çok iyi ağırladık misafirlerini.

Bir de sen olsaydın.

Soğan dolması yapsaydın.

Herkes parmaklarını yeseydi.

Kim yapacak şimdi o dolmayı.

Ablama öğretmiş miydin?

Ablam artık annemiz.

Biz üç kişi kaldık artık.



“Üç” hiç bu kadar az olmamıştı.

Azıcık.

Ama her zamankinden çok daha kuvvetli, çok daha sevgili bir “üç”

Sakın merak etme.

Birbirimizi çok seveceğiz, sevincimizi çoğaltıp, üzüntümüzü sırtlanacağız birbirimiz için.

Biz senin kızlarınızız.

Üzmeyiz birbirimizi.

Hele ki sen “üzmeyin” dedin.

Emrin oldu.



Senden bahsederken “rahmetli” diyorlar.

Bozuluyorum bak.

Tamam, inşallah nurlar yağıyordur üstüne.

Ama rahmetli falan, ne bileyim işte…

Rahmetli artık olmayanlara deniyor ya hani.

Evet, sen de yoksun ama.

Bana ne işte, demesinler.

Benim yanımda demesin kimse.

Alışamadım.

Alışmak da istemiyorum.

Ben senin artık olmayışına inanmak da istemiyorum.

Böyle iyiyim.



Kaç kere geçtim o ateşin içinden.

Kaç kere ateşin içinden yürüdüm.

Bu sefer takatim yok yürümeye.

Korkuyorum.

Hem sen üzülürsün bana.

Ama sanırım, kaçarı göçeri yok bu işin.

Ablamlar gibi zamanında geçmedim ateşten ama er ya da geç yanacağım ben de.

Yürüyeceğim ateşle birlikte yana yakıla.

Olsun.

Yakan senin ateşin olsun.

Sen bana kıyamazsın.

Üflersin taaaa oralardan.

Su falan dökersin ateş sönsün diye.



Ama ben sana artık sarılamam.

Dokunamam.

Öpemem.

Ağrıların, acıların bitti diye içimi bir parçacık soğuturum ama.

Senin artık huzurlu olduğunu düşünürüm, içime huzur doldururum.

Ama tabii sensiz, senden nasıl huzurlanabilirim bilmem.

Konuşuyorum işte.



Allaha çok yalvardın “al canımı” diye.

Ağrılarına dayanamadın.

Seni duydu, aldı yanına.

Bizi sensiz bıraktı.



Ona ne teşekkür edebiliyorum, ne sitem.



Senin yokluğunu kavradığımda, sahiplendiğimde bana güç versin istiyorum sadece.



Seni çok seviyorum.



Abime ve babama sarıl benim için.

Sığınak


Elvis Presley'in göğsü benim sığınağım…

Ne zaman bugünden kaçmak istesem, koşar gider ona sığınırım.

O da her zaman alır beni, güzelim şefkatiyle basar göğsüne.

Şarkılar söyler bana, saçlarımı okşar, sakinleştirir…

On üç yaşımın tüm şarkılarını tek tek dillendirir bana. Birlikte kalırız o yaşımda.

Bana yarenliğiyle huzurlanırım…

Çocukluğun, ilk gençliğin göbeğine düşeriz birlikte.

Hiç dönesim olmaz şimdiye.



Yıllar önce bir terapiste gitmiştim. Delirmeye ramak kala.

O demişti bana, “kaçıp saklanmak isterseniz, nereye gidersiniz?” diye, ama kendinizi iyi hissedeceğiniz bir yer.

Ben o ara “dans edebileceğim bir yer” demiştim.

O zaman öyleydi.

Kendimi en mutlu hissettiğim yer orasıydı. Herkesten kendimi soyutladığım, en mutlu olduğum yer. Beni üzen her şeye, herkese tepeden bakarak üzüntümü un ufak ettiğim yer. Kimseyi umursamadığım, kendi kendimin efendisi olduğum tek yer…



Siz de edinin kendinize bir sığınak. Daraldığınızda kaçıp saklanın. Tehlike geçinceye dek.

Bazen tehlikenin içinden yürümek lazımdır, korkudan üç buçuk atsak bile.

Ama bazen de keyfimiz ve kâhyasının emri doğrultusunda, adı korkaklık bile olsa saklanmak isteriz güvenli bir yerde. Her zaman da cesur olmaya gerek yok ki.

Madalya mı takacaklar?

Korkağız işte, insanız…

Korkmak lazım arada, insan olmak lazım…



Dünyada yaşamak yeterince korkunç. Aslında bir o kadar da keyifli mi ne?

Keyifli olduğu kadar eğitici, öğretici.



Son zamanlarda dünyadan keyif aldığım zamanlar sayılı.

Öğrendiğim şey çok…



Uzundur size bunları da anlatayım istiyorum da, gün bugünmüş…

Yaşamadan bilmiyor insan, bu hastalığı yaşayanların neler hissediyor olduklarını. Annem öğretti hepimize.

Şimdi duysam birini –umarım hiç duymam- hangi yollardan geçeceklerini, neye ihtiyaç duyacaklarını, neyle mutlu olup, neyle üzüleceklerini biliyorum artık.

Siz de bilin istedim…



Mesela, sevdiğiniz birinin sevdiği biri hastaysa, o sevdiğinizi arayın sorun arada…

Elini tuttuğunuzu, ona sıkıca sarıldığınızı hissetsin.

İnsan hastalığın ilk şokunu atlattıktan sonra, bu sıcaklığı duymanın ne kıymetli olduğunu anlıyor. Hatta ne çok “insan” varmış benim hayatımda, diye düşünüp mutlu bile oluyor.



O sevdiğinizin eğer çoluğu çocuğu, yaşlı büyüğü, hatta evde bakıma muhtaç bir hayvanı varsa, sahip çıkın onlara…

Evine gidin, onlarla vakit geçirin,

İnsanın sevdiği hastayken günlük rutinini kaybediyor.

Sevdiğine destek olması gerekiyor gücü, varlığı yettiğince.



Yemek yapın götürün sevdiğiniz evdeyse. İnsanın ne yemeği, ne evi eşiği gözü görüyor.

Sizin pişiremediğiniz bir kap yemek kıymete biniveriyor.



Madden destek olmayı önerin, hatta harekete geçin…

Hasta sevilene elde avuçta ne varsa dökülüyor zaten. Canla başla.

Ama böylesi naif davranışlar da insanı güvende ve iyi hissettiriyor.

İstendiğinden, beklendiğinden değil, duymak bile iyi geliyor işte…



Mutluluğun tarifi değişiyor.

Öncelikleriniz de.

İnsanlara, olaylara, dünyaya bakışınız da.

Birkaç adım geriden bakıyorsunuz olan bitene.

Hasta sevdiğinizin yediği yemekle tüy kadar hafifliyorsunuz, yemediğinde kayanın teki gelip oturuveriyor kalbinin üstüne.

Hastanız ağrısızken, her şey yolundayken, dünya tozpembe.

Ağrı geldiğinde, dünyanın rengi bir değişik.

En koyu kara.



Alakasız gelir belki ama şu andaki odağımız olması sebebiyle yazmak istedim;

Beni okuyan göz, hemoroidle yaşıyor ve doktora gitmiyorsa hemen yarına bir randevu alıp görünsün bir doktora ve gerekiyorsa ameliyatını olsun…

Asıl hastalığı hızını kesmiş, zamanında ameliyat olmadığı için tarifsiz ağrılar çeken bir annenin kızı olarak rica ediyorum sizden. Annem kadar canınız yanmasın diye.

Kaç gündür okuyorum internette, doktordan ve muayeneden çekinildiği için tedavi geciktiriliyor ve çok daha büyük ağrılar çekilmesine sebep olunacak hale geliniyormuş.

Yapmayın bunu…

Annem yıllar önce görünmüş doktora. O zamanlar bu tür ameliyatlar başarılı olmazmış. Hastalık nüksedermiş. Annemin doktoru da bunu öne sürerek ameliyat etmemiş.

Ve şimdi annem kemoterapi sürecinde olduğu için hemen ameliyat edilemiyor ve en az 1 ay beklemek zorunda ameliyat için.

Bu bir ay nasıl geçecek hiçbir fikrim yok.

Ağrı kesiciler bile etkisi yitirdi.

Varsa aynı sorun, gidin tedavinizi olun, kurtulun. Yoksa olmadık zamanlarda karşınıza dikiliverir canavar gibi.

Siz o canavarın acımasızlığıyla savaşırken, sizi seven de çektiğiniz acılara derman olamamaktan helak olur.

Yapmayın bunu, ne kendinize ne sevdiğinize.



Yazdım, ne hissettik, ne mutlu etti, ne üzdü.

Bize yapıldı bunların hepsi…

Hepsi oldu bize.



Aklından geçiren, dileklerini duaya döken, arayan soran, omzunu ağlamak için, elini yalnız değilsin demek için veren, her türlü destek olmak için koşturan akrabalarımıza ve bütün arkadaşlarımıza tek tek teşekkür ederim,

Ama az gelir…



Derin sevgimle…

“Sağ” olun.

Sağlıklı olun.

Sığınaklara ihtiyacınız olmayacak kadar güvende, o güzel başınızı kimselerin göğsüne saklamayacak kadar mutlu olun.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...