Bu yıl.
Bitmekte olan yıl.
İki bin yedi yılı.
Nisan ayına kadar sıradandı her şey.
Sıradan bir yıldı işte.
Nisan ayının on yedinci gününe kadar.
Bilinmezliklerle doluydu on sekizinci nisan günü.
En az bir ay daha karanlık. Ne oluyor, ne bitiyor bilmeden.
Aydınlandık sonra.
Bildik ne olacak, ne bitecek.
Tedavi şekline karar verme aşaması.
Karar sonrası “acaba doğru mu yaptık?” iç çekişmesi.
Kemoterapiler.
Ağrılar.
Ağlamalar.
Çaresizlikler.
Öfke nöbetleri.
İsyanlar.
Ten acıları, kalp ağrıları.
Yine çaresizlik, yine çaresizlik…
Üç buçuk ay.
Nisan ayının on yedinci gününden sonraki üç buçuk ay.
İki bin yedi yılının karanlık üç buçuk ayı.
Yoğun bakım kapısında, iyileşecek, çıkacak oradan diye beklenen ümitli bir sürü saat.
Edilen, sayısı yok dualar.
Doktorların “her şeye hazırlıklı olun” telkinleri.
Sabahlara kadar dışarıda bekleşirken, her şeye hazırlıklı olun’lara karşı beslenen ümitler. Nakledilecek daha iyi bir hastane, tek kişilik oda. Kendi kendimize sevinçlenmeler, iyileşeceğine beslediğimiz solmak bilmeyen, gül gibi inanç…
Ve bir haber.
Bitti.
Beklemeler, istemeler, dilemeler, dualar…
Hepsi bitti.
İki bin altının yılbaşında yanındaydık oysa.
Bitmemişti hiçbir şey.
Biteceğini de kimse aklına bile getirmemişti.
Biraz kalmıştık yanında, yeni yılını kutlamıştık. Uzun, sağlıklı ömürler dilemiştik.
Onunki ne uzun oldu, ne sağlıklı.
Bizimki meçhul.
Bu yıl doğum günümde çağırmıştım.
İyi ki de çağırmıştım.
Yemekler yapmıştım.
Tüm aileyi toplamıştım başıma.
Sohbetler etmiştik. Gülmüştük, yemiştik, içmiştik.
Evime son gelişiydi.
Bilmiyordum.
İyi ki gelmişti.
Bu yılbaşı yok.
Zaten iki bayram yoktu.
Benim doğum günümde de olmayacak.
Ben çağıramayacağım, yiyelim, içelim, gülelim, sohbet edelim diye.
Onların yılbaşları, bayramları, doğum günleri nasıl geçiyor acaba?
Farkındalar mı? Takvimleri falan var mı?
Gördüler mi birbirlerini?
Annem babamı gördü mü? Abimi?
Onlar üç kişilik aileler orada.
Eğer karşılaştıysalar tabii.
Biz de burada üç kişiyiz, onlardan geriye kalan üç kişi. Altı kişilik kocaman aileden kalan üç kişi.
Bu yıl geçti işte.
Bir, seksen sekiz yılı kötü geçmişti.
Hani öyle maddi zorluklar, aldanmalar, yalanlar, iş kayıplarıyla değil.
Can kaybıyla.
Abimin canıyla.
Bir doksan iki yılı kötü geçmişti.
O da can kaybıyla.
Babamın.
Bir de bu yıl.
Canlarımızın en canının kaybıyla.
Annemizin kaybıyla.
Hiçbir şey anlamadım ben bu iki bin yediden.
Gitsin ve mümkünse bir daha gelmesin.
Gelmeyecek zaten.
Ben artık kimseyi kaybetmek istemiyorum.
Öyle bir yıl gelecekse eğer, ben kaybolayım en baştan.
İnsanın annesi babası gittikten sonra yarılanıyor.
Hele anne.
Anne olunca biliyor insan ”anne” ne demek.
Annenin yokluğu ne demek çocuğa.
Yıllar önce televizyonda izlemiştim.
Kimsesiz çocukları gösteriyordu. Minik bebecikler. Anne yok, baba yok. Boğazıma koca bir yumruk oturmuştu, hatırlıyorum.
Annesi yoksa ona kim bakacak, bakan olur ama anne gibi olacak mı?
Anne gibi olur mu?
Ben minik bebecik değilim, koca kız oldum, tamam.
Ama…
Kimse beni annemin sevdiği gibi sevmeyecek mesela.
Korumayacak.
Arkamda durmayacak.
Hayatında kendinden önce getirmeyecek.
El istediğimde hiç düşünmeden, koşarak gelmeyecek yanıma.
En birincisi olmayacağım kimsenin bir daha.
Kimse beni onun sevdiği gibi sevmeyecek.
İki bin yedi.
Git ve lütfen geri gelme.
Ne sen, ne de sana benzeyen hiçbir yıl.
Beni rahat bırak.
Bana nefes aldır.
Hasarsız, ayrılıksız, incinmesiz, acımasız, terksiz bırak beni bu yıl.
Ve her yıl.
Mümkünse.
Her yıl.
İçimin ortaya saçılıp döküldüğü son iki bin yedi yılı yazısı.
Bundan sonrakiler daha keyifli olacak.
Çünkü yola çıkan yıl keyifli olacak.
Mutlu olacak.
Olsun…
Sana, bana, ona.
Nefes almak isteyen herkese.
Mutlu mutlu, sağlıklı, iç huzurlu bir sürü yıl dilerim…
Yazınızı ağlayarak okudum. Yaranızı deşmek istemem ama bana olursa nasıl olur, nasıl hissederim diye korktum. Allah sabır versin.
YanıtlaSilKimsecikler yaşamasın bunları.. Yaşarsa da acısı çabuk geçsin.. Çabuk geçmiyor ama..
SilBilemedim işte..