“Yalan, halkın onayladığı ve içgüdüsel olarak gerçeğe tercih ettiği tek sanat biçimidir.”
Jean Cocteau
İçgüdüsel olarak gerçeğe tercih edildiği kesin…
Gerçek çoğu zaman acıklıdır çünkü.
Cevabına katlanamayacağın soruyu sormayacaksın, derler bir de.
Sormadığım o kadar çok soru var ki.
Cevabını bildiğim için, duymaya katlanamayacağımdan emin olduğum bir sürü soru.
Susuyorum, kendime başka yalanlar uydurup, örtüyorum üstünü cevabın.
Böyle iyi.
Bekâr bir kız arkadaşım, erkek arkadaşıyla çıkmıştı ama annesine başka şeyler söylemişti. Neden annene onunla olduğunu söylemedin dediğimde “Doğruyu hazmedemeyen yalanı hak eder.” demişti.
O gün bugün, hem itip, hem çektiğim bir doğru oldu bu.
Doğru söylemediğim zaman kendime sorduğum sorunun cevabı hep buydu:
“Doğruyu hazmedemeyecek.”
Özdemir Asaf’ın Lavinia’sını bilir misiniz? Feridun Düzağaç’ın ilk bestesi.
Şiirin şarkıya dönüştükten sonra taçlanan hallerinden biri…
“Sana gitme demeyeceğim.
Ama gitme Lavinia
Yalanlar istiyorsan, yalanlar söyleyeyim
İncinirsin, yine de sen bilirsin.”
Bu böyle…
Bazen gerçekten yalanlar isteriz ya.
Sorarız, sabırsızız çünkü, bile bile ateşe atarız kendimizi.
Ama cevabı doğru olmaz inşallah, diye de geçiriverir içimizden.
Olmuştur benim…
Sormuşumdur. Almışımdır cevabı buz gibi.
Sonra, “n’olur bana bazen yalan söyle” demişimdir, içim kırık dökük.
Demek ki tutacakmışız kendimizi, sormayacakmışız her şeyi.
Asıl, söylenmeyen yalanların incittiğini unutmayacakmışız.
Yalancının teki değilim ben. Doğrusu kimseye zarar vermeyecekse ve doğruluğuna inanıyorsam doğrudur söylediklerim.
Ama olur ya bazen mecbur kalıp bir şey uydururum, bu defa ortaya çıkarsa ne yaparım diye ödüm kopar. O yatsı vakti gelip mumun söndüğü an var ya, işte o an yer yarılsın da içine gireyim isterim. Bu yüzden uzak ara durmaya çalışırım yalandan.
Yalan söylemek neyse de söyletilmek konusunda kötüyümdür.
Mesela durumu idare etmek hali vardır ya.
Anlık ama. Ben bu konuda su katılmamış bir anlamazımdır.
Hani birine bir yalan uydurulmuştur ve bunun devamı gereklidir. Ben çam devire devire doğruyu söylerim, o arada kaş göz edilir bana, öksürülür, hapşırılır, Nuray, sus! babında. Nerdee? Bir çuval inciri berbat etmek, deyince beni anacaksınız. O kadarım yani.
Uyarayım dedim.
Başkalarına söylediğimiz yalanlar…
“Ben hiç yalan söylemem” derken uzayan burunlarımızın bize ettiği hainlik.
Kaçamıyoruz işte yalandan.
Gölgemiz sanki…
Ama insanız işte, "mecburiyetten" söylüyoruz hepimiz.
Yani yalnız değilim değil mi?
Zaten bahsettiğim şu zararsız olanlardan, hani gönül yapanlardan, iyi hissettirenlerden. Sonradan ortaya çıksa da gülüp geçilebilenlerden.
“Ne olursa olsun doğruyu söylemek” işe yaramıyor bazen…
Evet, tam da böyle deriz hayatımızdakilere “ne olursa olsun bana doğruyu söyleyeceksin.” Yok işte. Doğru her zaman o kadar da iyi değil.
Rengi mümkün olduğunca açık tutulan, hayati değer taşımayan yalanlar hep cebimizde olacak.
Bu böyle gelmiş, böyle gidecek.
Mesela, ben anneme yalan söyledim.
Rengi ne bilmiyorum. Beyaz mı, pembe mi, mor mu?
Sadece söyledim ve şimdi kendi yalanıma inanmak istiyorum.
Ona, aslında içinde bulunduğumuz durum o kadar da kötü değil, dedim.
Ve buna inanmak istiyorum.
Kendimi ikna etmek istiyorum.
İçimde sorduğum soruların hepsi, iyi olacak, iyi olacak, diye cevaplansın istiyorum.
Ve yalan bu defa yalancıktan doğru olsun istiyorum.
“Yalan, yalan olduğu ortaya çıkıncaya kadar yalan değildir.”
Gerçek.
Yalanımı ortaya çıkarma.
Uzak dur annemden!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder