Tam bir yıl önce bugün gördüm onu.
En son.
Evde birlikte son fotoğrafımızı çektirmişiz.
Havaalanına götürüp bıraktığımızda son kez sarılmışız.
Son kez fotoğrafını çekmişim.
Telefonumun takvimine yazmışım:
“15 Eylül 2018’de Barış Altınoluk’a gidiyor” diye.
Tam bir yıl sonra takvimime tekrar Barış’ı işlemişim.
Yine gitmek fiili var.
Bu defa bitmiş zaman fiili.
"Barış gitti.”
Eskiden bir yere gitmişse, birlikte olduğu arkadaşının telefonunu isterdim, vermezdi.
Ergendi çünkü.
Üniversitedeyken bazen arkadaşının adını bile söylemezdi. Tanımıyorsun ki adını bilsen ne olacak, derdi.
Gıcıktı çünkü.
Bir zaman sonra, lütfen arkadaşının telefonunu ver bana, aramayacağım, sadece sana ulaşamazsam ararım, dediğimde artık, tamam, der olmuştu.
Bence büyümüştü artık.
(Telefonumda Barış ve yanında arkadaşlarının ismi olan on iki tane kayıt var.)
Hatta bir gün sabaha karşı eve gelip “Annem bir saat sonra arkadaşlarımla güneye tatile gideceğiz, dediğinde, uyku sersemi onlarca soru sıralamıştım: “Ne zaman gidiyorsun, nereye, neyle, arkadaşların kim, telefonlarını verir misin, Facebook’tan bakayım, kimlermiş."
Omuzlarımdan tuttu, "Annem sakin ol, hepsini vereceğim" diyerek güldü. İki arkadaşının telefonunu ve adını verdi.
Çok güzel geçmişti tatili. Bizim tek bildiğimiz buydu. Detay anlatmazdı hiç.
O gittikten sonra birlikte tatil yaptığı arkadaşlarından biri orada çekildikleri video ve fotoğrafları gönderdi bana.
İlk gördüğümde tepkisiz baktığımı hatırlıyorum.
Donuyor insanın hisleri bazen.
Hissizlik bazı anlar için can simidi.
Tekrar cesaret edip de bakamadım.
Bugün düşündüm, yaşarken artık arkadaşlarının telefonunu veriyordun, sana ulaşamazsam onları ararım, diye.
Şimdi kimi arayayım?
Sana ulaşamıyorum…
Bir yıl önce bugün sabahtan eşyalarını hazırladık, bavuluna koydun. Kışlık en kalın ne varsa hepsini aldın.
Sıcak su torbasını da al, üşürsen çok işe yarar, dedim.
İyi fikir, dedin aldın.
Ne kışlıklarını giyecek kadar ne de sıcak suyun seni ısıtacağı kadar soğuklar gelemedi. Geldi de, seni üşütemedi.
Yanına geldik bugün. Pazar ritüelimiz bu artık.
“Barış’a gitmek” diye bir kavram var hayatımızda.
"Barış’a gideceğiz."
"Barış’a gittik".
Geliyoruz ama ortada Barış falan yok. Çiçeklerini temizleyip suluyor, kuşların suluğuna su koyup, dua edip dönüyoruz.
Taşa sarılıyorum bazen, o da dilsiz. Bir de soğuk, hissiz.
Anneme, babama abime yıllarca gittik.
Orada kimse yok.
Ses vermiyorlar. His vermiyorlar, sarılmıyorlar, hiçbir şey yok.
Giderken, sen diye bakan gözlerim şehirler arası bir otobüsün önünde ve yanında kocaman BARIŞ yazısını gördü.
Öyle bir firma mı var? Yeni mi? Yoksa o anda mı gönderildi bana, bilmiyorum.
Sana yarım yamalak gülümsemeye çalışırken gözlerim bir tabelada “Güzeltepe” diye bir yazı gördü.
Hımm.. Barış güzel bir tepede demek.
İyi.
Her şeyi anlamlandırmak, her şeye sen demek, kollarımla sardığım boşluğunu doldurmuyor ama işte senden ses, haber diye tutunuyorum hepsine.
Bugün içi kara, dışı güleç bir gündü.
Ortadan ikiye bölündüğüm günlerden biriydi.
Bir yarım hayat
Bir yarım sen.
Dış gülüyor bazen.
Güldürüldüğümde sadece.
Güleç günden çıkınca içime ağladı gözlerim bugün.
Sonra seninle son kez sarıldığımız saat geldi.
Durmaksızın dışıma ağladı gözlerim.
“Ağlama, orada karşılaştığında o ağladıkların arada nehir olurmuş, kavuşamazmışsın birbirine, sabret, dedi bir büyük. Bana "sabret" demekten başka diyecek bir söz olmadığını bilmeme rağmen o kelimeyi demenin ne kadar kolay olduğunu düşündüm içim kırılarak...Dışarıdaki ses sabret derken içim sessizce bakıyor sadece…
Boş boş.. Anlamsızca.
Anlamayarak..
Tam bir yıldır oğlumu göremiyorum. Bir yıl önce sapasağlam, neşeyle, hevesle, heyecanla yazlığa tatil yapmaya giden oğlumu bir yıldır göremiyorum.
Yaşayacağım kadar da göremeyeceğim.
Sabır kuş tüyü oluyor bazen, öyle hafif...
Tartmıyor.
Önümüzdeki bir ay daha Barış yaşıyor olacak. Yani geçen yıl bugün yaşıyordu hatta bu saatlerde yazlığa varmıştı.
Canım benim, kulakları tıkanmış uçakta, eve gittiğinde ağırıyordu.
Yarın doktora gidecek mesela. İltihaplanmış kulakları, antibiyotik alacak. Birkaç gün sonra, iyiyim geçti, merak etme, diyecek.
Sonra benden vog tavayı isteyecek. Burada iyisini bulamadım, evdekini gönderir misin, diyecek.
Bavuluna sığmayan eşyalarıyla birlikte vog tavayı da göndereceğim.
Avokado seviyor diye avokado, lavaş seviyor diye lavaş koyacağım.
Ama o gittikten birkaç ay sonra o günü düşündüğümde keşke sevdiği peynirli su böreğinden de alıp gönderseydim, diye pişman olacağım.
Kargonun içinde çay süzgeci ve sevdiği çay fincanı da olacak. Tüm bunlar için arayıp teşekkür edecek.
Ev ne güzel olmuş her şey var, çok rahat ve konforlu, diyecek, sevineceğim.
Sonra mikser bozulacak. Yaptıracak ama yine bozulacak. Yenisini alacak.
Kendisine yeni bir kesme tahtası ve şef bıçağı da alacak. Bir de salata kasesi.
Fırtına söylentileri var, diye balkondaki salıncağı içeri alacak. Zaten üşüyormuş, sinekler yiyormuş. İçeride daha iyi oldu, diyecek.
Üç hafta sonu daha konuşacağız. Uzun uzun dedikodu yapacağız. O bana orayı anlatacak, ben ona burayı.
Çok güzel geçiyor diyecek. İçim rahatlayacak, ne güzel yavrum, tadını çıkar diyeceğim.
Dördüncü hafta gelecek..
Keşke gelmese ama gelecek.
Şimdilik iyi, orada tatil yapıyor, hala yaşıyor.
Bir ay sonra 15 Ekim.
O günü yaşamadan atlayabilsek keşke.
Atlasak ne olacak sonraki günlerde artık yaşamadığını bileceğiz.
Ama şimdilik geçen yıl bugün yaşıyor olduğunu düşünmek, bir ay yazlıkta keyif yapacağını bilmek de bir şey.
Ne olduğunu bilmiyorum ama bir şey işte.
Keşke ulaşamadığımda arayacağım bir numara olsa.
Ya da rüyama gelip telefonu direkt sen açsan?
Görüntülü konuşsak hatta.
Sarılmalı.
Kokunu da duyurursan daha ne isterim.
15 Eylül 2019
22.00
Odandan.
Masandan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder