Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

15 Mart 2019

Sevmemeliyiz.

Geçen yıl yazlıktayken duydum bu şarkıyı.
"Sevmemeliyiz" adı. Sena Şener söylüyor.
Bazı şarkılar ilk duyduğumda beni olduğum yere çiviliyor. Öyle kalıp, durup dinliyorum. Böyle olunca sonunda mutlaka içimde bir yere dokunuyor.
Ses üzgün, müzik üzgün, sözler üzgün.
Ve ben de biraz üzgündüm, kırgındım.
Biraz Barış'a, biraz kızıma, biraz eşime, biraz bilmeseler de dünyadaki herkese.
Şarkıda "Belki de hiç sevmemeliyiz" diyordu. Takıldığım yer de bu oldu.
Doğru.
Sevince üzülüyorsun.
Sevince kırılıyorsun.
Kolay oluyor hepsi sevince.
O yüzden evet, belki de hiç sevmemeliyiz.
Bana beni dedi dinleyince.
Ama hiç oluyor mu ki?
Sevmemek?
Hele kendini çoğaltmışsan, çocuğunsa.

Ah.. Kırsa da dökse de, üzse de, doğduğundan beri derin uykusuz, endişeli ve korkulu bir hayatı garanti etse de evlat bu, sevilmez mi?
Kırgınlıktan sesin konuşmak istemese de kalbinle konuşmaz mısın onunla?
Duysun beni, içimdekini; tamir edelim, toplayalım, iyi olalım demez misin?
Çocuğun anneye bilerek ya da bilmeyerek yaptığını ya da yapmadığını başka biri yapıyor olsa (eş, akraba, arkadaş) konuşmazsın hatta hayatından bile çıkarabilirsin dayanma eşiğini aşınca.
Ama evlat bu, ne yaparsa yapsın, ne derse desin günün sonunda bağrına basmak istediğin o.
İşte bağrınıza basın, delinmemiş bir bağrınız varken.
Konuşarak, anlatarak, anlaşarak.
O hala var.
Varlık içinde yokluk çekmeyin ve bence çektirmeyin de.

Barış'ı anlatayım istiyorum çok...
Onunla ilgili aklımdaki her şeyi.
Yazılı dursun benim oğlum.

Mesela, Barış'ımın burnu hep akardı, tıkanırdı, yemeklerden tat alamazdı, koku almazdı.
Ameliyat ettirdik.
Bir süre iyiydi ama sonra akıntı ve tıkanıklık devam etti. Oğlum, ameliyat iyi gelmedi mi sence, dediğimde: Olur mu, bak nefes alabiliyorum, her şeyin kokusunu tek tek alıyorum, ayrıca yemeklerin de tadını almaya başladım, dedi.
Evet aslında iyiydi ama zaten alerjik riniti vardı ve en ufacık bir soğuk algınlığında hemen dolup tıkanıyordu burnu.
Yazın bile şort giymez olmuştu, çorabını çıkarmıyordu ayağı üşüyüp de burnu tıkanmasın diye.
Yaklaşık bir haftadır benim de burnum tıkalı.
Zaten aldığım nefes bir lokma, iyice nefessiz kaldım.
Ve en kötüsü her nefessizliğimde içim biraz daha buruluyor, nefesim daha da yoklaşıyor.
O da çekti bu tıkanıklığı diye.
Bir kere bile şikayet etmeden, sızlanmadan.
Canım benim...

❤️

Barış'la evden çıkma saatimiz denk düşmüşse mutlaka birlikte çıkmak isterdi.
Israrla bekle beni, birlikte gidelim, derdi. Sokağın başında ayrılsak da ille birlikte çıkalım.

Bazen yolda tesadüfen birbirimizi görmüşsek, gülerek birbirimize doğru gelir sarılır öperdik. Sanki uzundur ilk defa görmüş gibi. Ama eve geldiğinde yapmazdık bunu.
Değişiktik...

Bir de Barış dışarıda bizimle kahvaltı etmeyi ve yemek yemeyi severdi. Uzun uzun oturmak isterdi. Mesela kahvaltı bitti, kahve içildi, üstünden yarım saat geçti, e hadi kalkalım artık derdik, ama o hep, biraz daha oturalım, derdi. Bazen herkes giderdi, ben kalırdım.
O ne zaman isterse o zaman kalkardık.
Bir keresinde birlikte gittiğimiz bir kahvaltıdan sonra bir saat konuşmadan, sessizce oturup birlikte yağmuru izlemiştik.
Sormuştum, neden hep daha çok oturmak istiyorsun, diye. Ne güzel ailece oturuyoruz işte, derdi.
Aile olmayı seviyorum, demişti bir de.
Neyse ki orada da aile.
Anneanne, dede, dayı ile.
Her zaman gittiğimiz kahvaltıcıya gidemedik henüz. Gidince bir servis de ona açtırayım istiyorum hatta oradaki abilerine de diyeyim Barış'ın artık olmadığını.
Ama tabi..
Oradan aç kalkılır.

❤️

Bugün Kadıköy'e gittim. Vapurda birden aklıma geldi, emin olamadım ama Barış'tan sonra galiba ilk defa Kadıköy'e gidiyorum diye heyecanlandım.
Kadıköy Barış'ın en sevdiği yerdi diye. Sanki onun yerine de oraya geldim diye.
Hele Moda sahilini ne çok severdi. Oradaki kayalıklarda oturduğunu söylerdi hep. Bazen arkadaşlarıyla da orada buluşurdu.
Lisesi de oradaydı.
Puanı Kabataş Lisesi'ne de yetiyor olmasına rağmen o ısrarla Kadıköy Anadolu'yu istemişti. Okul görmeye gittiğimizde çok ısınmıştı içi oraya. Ama biz yine de Kabataş için ikna etmeye çalışmıştık. Çünkü eve yürüyerek on dakika mesafedeydi bu okul.
Kadıköy Anadolu, üç vasıtayla neredeyse bir saatte.
Oğlum, kışı var, fırtınası var, nasıl gidip geleceksin dediğimde: Ben orayı istiyorum, diye diretti. İstediği de oldu.
Dört yıl boyunca kar, kış, sıcak, soğuk demeden gitti geldi ve bir kere bile şikayet etmedi.
İstediği şey için diretip sonra sıkılan, söylenen, pişman olanlardan değildi.
Tadını çıkaranlardandı.
Hatta onun çok istediği ama bizim istemediğimiz ya da riskli bulduğumuz herhangi bir durumun sonucu için bile: Sorumluluk bende, kötü olacaksa da ben baş edeceğim, diyordu.
Biz yine de direniyorduk ama sonunda kazanan bir şekilde o oluyordu.
Yazlığa gitsin istemedik mesela ama gitti.
Sorumluluğu bize bıraktı, baş etmeyi de.

❤️

İleri derecede olmayan birkaç sağlık sorunu vardı Barış'ın. Sırt eğriliği, skolyoz, rinit.
Gözleri de yazın güneş alerjisi olup kızarıyordu. Güneş gözlüğü takmasını önerdi doktor.
Gözlük alırım ama siyah camlı almam, normal cam alacağım ama güneş filtreli olacak demişti.
Dünyaya siyah camdan bakmak istemiyormuş.
İstediği gözlüğü araştırıp camını, çerçevesini seçip almıştı.
Biraz düşüyordu gözünden, bir gözlükçüde düzelttirelim, dedim.
Girdik, gözlükçü dedi ki, biraz eğersek düzelir.
Tamam teşekkür ederim, dedi, çıktık.
Neden yaptırmadın dedim; Ben gözlüğü takmaya kıyamıyorum, o eğeceğim dedi. Böyle idare ederim, vermem gözlüğümü, dedi sonra.
Sevdiği şeyler kıymetlisiydi. Ama o kıymetlisine bir şey olsa, birazcık üzülüp hemen unutacak kadar da bağsızdı.
Gözlüğü kabına koymuş. Yatak odasındaki sehpanın üstünde duruyordu.
Babasının Barış'tan sonra yazlıkta çektiği fotoğrafta gördüm.

Aslında ben yazlığa gitmek istiyorum. Onun yaşadığı, yemek yaptığı, uyuduğu, son gününü geçirdiği evi görmek istiyorum. Dokunduğu yerlere dokunayım, salıncakta uzanayım ben de onun gibi. Onu hissedeyim, oradaymış gibi.
Bavula konulan kıyafetlerini görmek istiyorum en çok.
Aslında kıyafetlerindeki kokusunu duymak.
Bavulun içinde gider mi ki koku?
Gitmesin, beni beklesin.
ilk günlerde bırak oraya gitmeyi, önündeki yoldan bile geçmeyi düşünemiyordum. Şimdi bir tarafım çok gitmek istiyor. Diğer tarafım yapamazsın, yapma şimdi, diyor.
Sonra.
Ama koku gitmesin.

Barış'ın siyah bir beresi vardı burada bıraktığı, onu buldum geçenlerde. İlk işim koklamak oldu.
Bir saniyeliğine alabildim kokusunu.
Bunun ne demek olduğunu anlatacak kelime bence hiçbir dilde yok.
Anlatırım belki desem...
Sanki varmış gibi bir sevinç ama yok diye üzünç.
Anlık.
...
Her gün takıyorum o bereyi, hava güzelse ve takmayacaksam yine de alıp çantamda taşıyorum.

İşte orada giydiği kıyafetlerinde kokusu kalmışsa diye bir an önce gideyim diyorum ama çok da korkuyorum dediğim her şeyi yapmaktan. O gücü bulamıyorum henüz içimde. Ama yine de kokusuyla içimi dolduracak olmak ve beynime kazımak düşüncesi iyi geliyor.
Belki şu inanamayışımı da inandırır o koku.
O eve gidip ağlamaktan ölmek istiyorum bir de.
Bütün ağlamalarımı oraya dökmek.
Kalbimdeki çağlayanın bendini kırmak, gözlerimi o suda boğmak.
Bak o zaman yine "sevmemeliyiz" diyebilirim.
Evet bence derim.
"Belki de hiç sevmemeliyiz..."

16 Nisan 2019
00.18
Odandan, masandan.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...